Havanın kasvetli ve ofisinin sakin olduğu bir gecede Polat Alemdar, koltuğunda öylece oturmuş, sanki karşısındaki kapı açılacak da içeri birileri girecekmiş gibi gözlerini karşıya dikmişti. İçinde daha önce hissetmediği türden bir sıkıntı vardı. Bu sıkıntı gece boyu sürdüğü için hiç değilse uyumaya çalışarak geceyi atlatmaya karar verdi. Oturduğu yerden kalkarak siyah kanepesine uzandı. Derin bir nefes aldı. Uyumakta zorlanıyordu. Bir sağına, bir soluna döndü.

Koltuğua uzandıktan sonra aradan ne kadar geçmiş, uykuya dalabilmiş mi ayırdında değildi. Derken bir tıkırtı duydu ve yılların alışkanlığıyla başını koyduğu minderin altına sakladığı silahı alıp arkasını döndü. Karşısındaki adamı görünce bir an şaşırıp kaldı. Palaska Zafer yıllardan sonra karşısındaydı. Karşısındaki kişi çok farklı görünse de nereden biliyorsa onun Palaska Zafer olduğuna emindi.

“Senin ne işin var burada” diye sordu ama cevap alamadı. Karşısındaki adam öylece susuyor, hesap sormak ister gibi dik dik kendisine bakıyordu. İçi ürperdi. Sonra birdenbire mekân ve zaman değişiverdi. Yine nereden ve nasıl biliyorsa Kıbrıs’ta olduğunu biliyordu. Durumu yadırgamıyor, karşısındaki manzarayı seyrediyordu. Türk askerleri zorlu bir tepede Rumlarla şiddetli bir çatışma içerisindeydi. Gökyüzünden paraşütleriyle inmekte olan Türk komandolarını seçebiliyordu. Bir süre sonra gözü, önünde yere yatıp siper alan bir adama çarptı. Bu, Palaska Zafer’di. Nedense ona Zafer diyesi gelmiyor, görüntünün çok başka olduğunu fark etse de onu Zafer olarak görmeye devam ediyordu. Adam tüfeğiyle ateş etmekteyken bir anda durdu ve acılar içinde bağırmaya başladı. Polat’ın içi ürpermiş, bir yandan vicdanı sızlamaya, üzülmeye başlamıştı. Adamın vurulduğunu düşünmeye başladı. Adam midesinin üst kısmını tutuyor, acılar içinde bağırıyordu ama üzerinde kan yoktu.

Polat ne yapacağını şaşırmış, geçmişte düşmanı olan bu adamla arasında bir bağ kurmaya başlamıştı ama yardım edemiyordu. Sanki dizlerinin bağı çözülmüştü. Derken bir an koşa koşa gelen beyaz önlüklü bir doktor görünce gülümsedi ancak bu gülümseme uzun sürmedi. Doktoru gözü bir yerlerden ısırıyordu. Genç, hafif kilolu bu doktor, annesinin tedavisinde bir süre yer alan doktor olmalıydı. Genç doktor dizinin üstüne çöküp hastasına sordu,

– Nasılsın? Neyin var? Neden bağırıyorsun?

– Midemin üstünde çok şiddetli bir ağrı var. Duramıyorum.

– Bir problem yok. Gayet iyisin. Anneni çok özlemiş olmalısın ki şımarık davranıyorsun. Sana şimdi bir antidepresan yazıyorum. İlk hapı şimdi atabilirsin.

Adam çaresiz hapı attı. Bulundukları yerde devam eden çatışma bir anda durdu. Her yerde ölüm sessizliği vardı. Mutluluk mu yoksa hüzün mü karar veremediği bir duygu yaşıyordu. Sesler kesilince kafasını kaldırıp etrafına baktı. Kimsecikler yoktu; Türk askerleri, Rum askerleri, Palaska Zafer demek istediği adam, doktor…

Polat Alemdar, arkasını dönüp gitmek üzere hazırlandığı sırada büyük bir dehşet içine düştü. Henüz toprakla örtülmüş bir mezar, yüzlerini seçemediği birkaç yaşlı adam ve o sima… Elindeki küreği yere bırakmakta olan güzel giyimli, tıraşlı, bıyıklı adamı görünce gözleri öfkeyle patlar gibi şişti. Elini beline atıp tabancasını çıkararak “İskender” diye haykırıp atılmak istiyordu ama silahının olmadığını fark etti. Neden sonra kendini savunmasız hissetmeye başlamıştı. Aslında karşısındaki adam, daha önce çok gördüğü İskender Büyük’e benzemiyordu ama o yine de nedense onun İskender olduğunu biliyordu. Ağır ve temkinli adımlarla mezara doğru yaklaşırken mezar taşındaki yazıyla irkildi: “Kıbrıs kahramanı Yüzbaşı Zafer burada yatmaktadır.”

Mezara doğru ilerlemeye devam ederken İskender sandığı adamın konuşmalarını belli belirsiz duyuyordu. Adam, “Bunca yıl hizmet ettik. Şimdi sen mezardasın, ben gazete manşetlerinde. Yakındır, beni de içeri alırlar.” diyor, eski dostuyla dertleşiyordu. Polat birkaç adım daha attıktan sonra durdu. Zaten anlayamadığı bir şekilde mezara yaklaşamıyor, hep aynı mesafede kalıyordu. Seslenmek istedi ama buna da takat bulamadı. Palaska Zafer’den sonra bu adamla da arasında bir bağ kurdu. Ailesini düşünüp tuhaf bir vicdan azabı çekti. Sanki İskender dediği adamın hakkında söylenenlerden kendisi sorumluymuş gibi bir duygu taşıyordu. Sonra birden, iri ve heybetli, siyah deri ceketli bir adamın İskender’in omzuna elini koyduğunu gördü. Gördüğü kişiye şaşıramadan tekrar mekân değişmişti.

Şimdi soğuk ve ıssız bir odadaydılar. Polat çevik zekâsıyla hemen buranın cezaevi hücresi olduğunu anladı. Etrafına bir göz attı ve kenarları paslı, çürük bir yatakla oturulsa insanın belini acıtacak beyaz plastik sandalyeyi gördü. Belinde sızlama hissetti. En son, karşısındaki masada oturmuş bir şeyler yazan heybetli adamı gördü. Adam harıl harıl sanki acelesi varmış gibi bir şeyler yazmaya çalışıyor, erken mi yoksa geç mi yazdığını kestiremediği ruh hâlini bir şekilde Polat’a aktarıyordu. Polat bir süre düşündükten sonra bu adamın Kaşifoğlu olduğunu hatırladı ama her nedense o da çok farklı görünüyordu. Hemen onunla da arasında bir bağ oluştu.

Kaşifoğlu olarak bildiği adam acele giden ecele gider misali yazmaya devam ederken çok yorulduğundan olacak bir anda yüzünde bir acıyla kalbini tutup masaya kapaklandı. Polat sanki akciğeriyle midesi arasında bıçak saplanmış gibi yüksek sesle bağırıyor, sesini duyurmaya çalışıyordu. Kaşifoğlu gözünün önünde ölüyor ama gelen giden olmuyordu. Neyse ki anormal gecikmeyle de olsa sağlık ekibi geldi. Genç bir kadın ve orta yaşlardaki erkek doktorların üstünde beyaz önlükleri vardı. İkisi birden son derece ağır hareket ediyor, sanki adam ölmüyormuş gibi gülüşüyorlardı. Lakayt görüntüleri karşısında Polat sinirlenip elini tekrar beline attı ama yine çaresizlik hissini tattı. Kaşifoğlu’nu kendi kaldırıp götürmek istiyor, dizlerinde takat bulamıyordu. Erkek doktor, kadın doktora hava atmak için Kaşifoğlu’nun iri bedenini sırtına atladı. Polat nihayet konuşmayı başarıp,

– Ambulansla 5, bilemedin 15 dakika! Acele edin! Adam ölüyor!

Polat Alemdar bu panik duygusunu en son Çakır’ın ölümünde yaşamış, o zaman bile kendini böyle çaresiz hissetmemişti. Kadın doktor, erkek doktora “Biraz daha dayan… Hastaneye kadar sırtında götürürsün abladan izin çıkar” diyordu. Polat bu sözlere bir anlam veremedi. Hep birlikte ağır ağır hastaneye gittiler. Erkek doktor, sırtından indirdiği Kaşifoğlu’nu bir cenaze arabasına bıraktı. Sanki bir şey olmamış gibi önlük cebinden yüzük çıkarıp kadın meslektaşına verdi. Polat Alemdar ikisini de eşek sudan gelinceye kadar dövmek istiyor fakat hâlâ o çaresizlik hissini her zerresinde yaşıyordu. Artık takati kalmamıştı.

Umutsuzluk içinde tekrar cezaevine doğru yönelen Polat, sanki karşısındaki adamları bekliyormuş gibi hiç şaşırmamış, keskin bakışlarla kendisine bakan kır saçlı bir adama doğru yönelmişti. Adamı daha önce görmemiş, tanımamışsa da güven duygusuyla kendinden emin bir şekilde yanına geldi. Arkasındakilerin yüzlerini seçemiyordu. Yine de hepsinin genç ve babayiğit olduğunu, en az kır saçlı adam kadar güven verdiklerini hissedebiliyordu. Kır saçlı adam zeki ve keskin bakışlarını Polat’tan ayırmıyor ve nihayet ellerindeki kelepçeyi doğrulturken ağzından şu Kuran-ı Kerim’in şu ayetleri dökülüyordu,

“De ki ‘Eğer ben bir yanlış yapmışsam bunun zararı banadır. Eğer doğru yolu bulmuşsam bu da Rabbimin bana vahyettiği Kuran sayesindedir. Doğrusu o, işitendir, yakın olandır.”

Polat’ın içinde tuhaf bir mutluluk duygusu vardı. Vicdan azabından kurtulacağını düşünüyordu. Kır saçlı adam tekrar ayetler okudu,

“Doğrusu onlar hesaba çekileceklerini ummuyorlardı.”

Polat birden uzandığı koltuktan sıçradı. Yüzü ter damlaları içinde kalmıştı ve bileklerini tutuyordu. Bir süre hızlı hızlı nefes aldı, sonra sakinledi. Gördüğü kâbusu gece boyu yaşadığı sıkıntıya bağladı. Yavaşça yerine yattı ve elini alnına götürdü.

Ertesi gün tüm gazetelerin manşetlerinde Polat Alemdar vardı. Gazete haberlerinden en dikkat çekici olanı şöyleydi:

“Polat Alemdar İtirafçı Oldu!

Bir süredir sesi soluğu çıkmayan Alemdar, kimsenin beklemediği bir zamanlamayla savcılığa giderek itirafçı olmak istediğini söyledi. Edindiğimiz bilgilere göre, Alemdar, içinde bulunduğu tüm operasyonları ve bildiği cinayetleri anlatacağını, ‘İhtiyarlar Heyeti’ olarak bildiği kişilerden biri uzun, biri orta boylu, biri kısa üç kişinin kimler olduğunu açıklayacağını ifade etmiş.”