AKSAKAL MI? KOÇBAŞI MI?

“Bir büyük aşk bir büyük nefreti yener.”

Ukrayna Yahudilerinden Jabotinsky, Rusya’nın Yahudilere yaptığı katliamları ve uyguladığı baskı politikasını unutturmak için Siyonistlerin yüz yıl önceki meselelerine böyle yaklaştı. Rahat yaşadıkları Osmanlı topraklarında Osmanlı kimliğini benimseyen Siyonist olsun olmasın her türlü Yahudi’yi lanetlerken “Türklerin yönettiği yerde çiçek açmaz, güneş doğmaz” diyordu.

Mussoli’nin arkadaşı olup beraber çalıştığı Siyonistlerce sonraları Nazi ve terörist olarak görülecek Jabotinsky’nin bu yaklaşımı kuru bir Türk düşmanlığından kaynaklı değildi.

Revizyonist Siyonistler, Londra’yla flörtlerini aşka dönüştürmüşlerdi ve o zamanlar Londra’yla aşk yaşamak Rusya’yla dostluğu gerektiriyordu.

Esas büyük aşk İsrail’di, sevmedikleri Avrupalıların Evanjelist olanlarıyla teselli olup metres olmayı kabul ediyorlardı.

Devletler arasındaki ilişkiler böyledir. Biriyle dostluk, bir başkasıyla düşmanlığı getirebildiği gibi bunun tam tersi de mümkündür.

Türk cumhuriyetlerinin Kıbrıs politikasıyla ilgili hayal kırıklığı yaşayanlar var. Eğer bir düşünce tamamen hayal üstüne inşa ediliyorsa hayal kırıklığı yaşamak kaçınılmazdır. Gerçeklerden koparsanız ayaklarınızın yere basması mümkün olmaz.

Yıllardan beri internet dünyasında birtakım propagandalar yürütülür. Bunların bir kısmı Türk dünyasının tamamen asimile olduğu yönündeyken bir kısmı Turan ordusunun kurulduğu, Türk birliğinin zamanımızın siyasi kahramanlarınca kurulmak üzere olduğu üzerinedir. Birincisi yanlıştır, ikincisi gülünçtür.

Türk tarihinde “Türkistan Rönesansı” denilen bir dönem vardır. Osmanlı’da Fatih’in tahta oturduğu günlere denk gelen bu dönemde Semerkand’ın ünü, İstanbul’un ününü sollamıştı. Mimariden gök bilimine kadar pek çok alanda Timurlularla beraber ciddi bir yükseliş başlamıştı.

Ancak kurumsallaşmamak, tamamen geleneklere bağlı hareket etmek irticayı meydana getirir.

Kontrolden çıkan toplum refah seviyesinde yukarılara çıkınca yozlaşabilir. Türkistan coğrafyası da bunu yaşadı ve ahlaki gerileme, dinciliğin ilerlemesini doğurdu. Böylece Çarlık Rusya, Türk bozkırlarına geldiği zaman karşısında üç tüfekli asker gördüyse on mızraklı asker gördü. Batı’nın yeniliklerini bizden önce benimseyen Ruslar, işgal ettikleri her yerde varlıklarını “Bunlar vahşi, bunları medenileştireceğiz.” diye açıklıyorlardı.

Aşağı yukarı böyle bir ortamda doğan Ceditçilik ise mümkünse Türkiye Türkleri eğer mümkün değilse Çarlık Rusya üstünden Batılılaşmayı hedefliyordu. Ne var ki kendi refah döneminden sonraki yozlaşmayı yaşayan Türkiye Türkleri de Batılılaşmayı hedefliyor ama karşısına her defasında irtica çıkıyordu.

Meseleyi çok uzatmadan devam edelim.

Çarlık Rusya, Batılılaşmış olmasına karşın işgaller sırasındaki iddiasının aksine Türk topluluklarının medenileştirilmesi bir yana Rusya içlerinden Türk bozkırlarına sürekli göç politikası uyguladı. Bunların birçoğu cezaevi tutuklularıydı. Türk’ten alınanlar bu suçlulara verildi. Tecavüzcü, katil vb. suçlular da ellerindekini korumak adına katliamlara giriştiler.

Çarlık Rusya yıkıldı ve Türk topluluklarıyla Türkiye arasındaki ilişkiler başka bir boyuta geçti.

Sovyet Rusya’da Bolşevikler hakim olunca Çarlık Rusya’nın politikalarını kısmen devam ettirmekle beraber kısmen de Türk dünyasını çağdaş medeniyet yönünden tamir etti. Ancak bu dönemde de katliamlar, baskı, göç politikası devam etmişti. Örneğin 1940’larda Manas Destanından “Türk”, “Türk halkları”, “Altay” ifadeleri çıkarıldı; Türk destanının Bolşevik ideolojiye nasıl uydurulacağı üzerine kongreler düzenlendi.

İkinci Dünya Savaşı sonrası ise Türkiye ve Türk dünyasıyla ilgili yepyeni bir dönemdir.

Özellikle Stalin’den sonra Sovyetlerin bütünlüğünü sağlamak için Moskova’nın politikası büyük ölçüde değişti. İçeride uzlaşmayı sağlamak isteyen Moskova, dışarıda ABD’ye karşı bir kutup olarak ortaya çıktı.

Bu, aynı zamanda medeni dünyaya uydurmak için tek yolun Batı’dan geçmediğinin de ilanıydı. Sovyetler, bilim ve teknolojide Amerika’yla rekabet ediyordu. İki kutuplu dünya, iki farklı ekol demekti. Türkiye, bu ekolün Batı tarafında yer alırken diğer Türk toplulukları Doğu tarafında yer aldı.

Doğu için kültür ve bilimde Batılılaşma ihtiyacı yavaş yavaş sönmeye başladı, farklı anlayışlar ortaya çıkmaya başladı. Örneğin bugün dahi giyim modası Kırgızistan ve Türkiye’de aynı değildir.

Bütün bunlar geçmişte veya günümüzde Türk cumhuriyetleri içinde yüzünü Avrupa’ya, Amerika’ya dönmek isteyenler olmadığı anlamına gelmiyor. Ancak bunlar da kendi içlerinde gruplara ayrılıyorlar. Soros Vakfı’nın özellikle tarih ve dil üzerine Orta Asya’da incelenirse Türkiye’de olduğu gibi Türk cumhuriyetlerinde de Hint-Avrupa propagandası yapıldığı, Kırgızların sonradan Türkleşip aslen Aryan olduğu tezlerinin öne sürüldüğü görülecektir.

Konumuz çok derin ama sadede gelelim.

Türk cumhuriyetlerinin Kıbrıs konusundaki tavrını eleştirenler var. Bunların arasında daha önce “koçbaşı” olarak ifşa ettiğimiz milli (!) muhbirlerimiz başı çekiyorlar ve ortalığı karıştırmaya çalışıyorlar.

Koçbaşları daima umutsuzluk aşılarlar. Türkiye’nin ve Türk dünyasının meselelerinde “Öldük, bittik” havası yaratırlar. Çok bilgedirler; öldüğümüzü, bittiğimizi bilmekle beraber toplumun önüne düşerek ceplerini doldurmaya devam ederler. Neticede tarihte bu tip soytarılıkların para ettiğini, makam ve mevki getirdiğini bilmek de bir çeşit bilgelik olsa gerektir (!).

“Yes be annem” diye çığıranlar Kırgız değildi, Kazakların birçoğu tıpkı Türkiye’deki insanların birçoğu gibi haritada muhtemelen Kıbrıs’ın yerini gösteremez.

Kıbrıs’a müdahale eden biziz. Şehitler veren biziz. Sahip çıkmayan, Rauf Denktaş gibi vatanseverleri baskı altına alıp siyasetten uzaklaştıran da biziz. Kıbrıs’ta kumar oynatan, her türlü kaşkarikoyu eyleyen, yeraltı dünyasını zenginleştiren de biziz.

Biz kabile değiliz, çadır devleti değiliz. Böyle yönetiliyoruz ama böyle düşünemeyiz.

Daha önce birçok kere yazdık, “kan davası güden aşiret liderleri değiliz” dedik ama sadece burun kıvırmalar gördük.

Çünkü hamaset fazlasıyla para ediyor ve hamasetin yeteneksizler için bir sığınak olduğunu biliyoruz.

Batılı devletlerin ve onların arkasında yer alan Evanjelist ve Siyonist güçlerin Türkiye’ye bakış açıları ortadadır. Bunların özellikle 1970’lerden sonra Türkiye’ye bir ihtiyaçlarının kalmadığı, Sovyetlerden sonra Türkiye’nin de dağılması için çabaladıkları, Batı’yla olmanın bedelinin ağır olduğunu bize dayattıklarını görüyoruz.

Kürt meselesine, Kıbrıs’a, Ege’ye, Doğu Akdeniz’e bakın.

Mevcut siyasi iktidar, varlığını sürdürmek için fabrika ayarlarına geri dönmeye çalışıyor. Bir çelişki içine düşmüş de oluyor aynı zamanda çünkü hiçbir zaman ayarlarından şaşmadıklarını, “mış gibi” yaptıklarını da biliyoruz. 2013 öncesi siyasete geri dönmeye çalışıyorlar ve Batı’yla uzlaşmak için yukarıda saydığımız bütün meselelerdeki siyasetlerini de buna göre güncelliyorlar.

Diğer tarafta ise bambaşka bir devlet olan Rusya var.

Batı’yla yakınlaşma, günümüz siyasetinde Türk cumhuriyetleriyle kopuştur. Rusya’yla ilişkilerin normal seyrinde devam etmesi, Türk dünyasıyla yakınlaşmadır.

Rusya dostluğuna hele hele Rusçuluğa gerek bile yoktur.

Dün Siyonistler için Londra’yla aşk, Rusya nefretini bastırmaktı.

Bugün güçlü olduğunu hissetmek, Rusya nefretini uyandırmaktır.

Suriye’yi bölmemek ve Rusya’yla savaşmamak, ABD ve Avrupa kanunlarınca suçtur.

“Her istediğinizi yapıyoruz, yaptırımlardan kurtulacak mıyız?” diye gidip Türkiye düşmanlarının kapısına dayanmak ne demektir? Osmanlı’nın son devrinde, Türkiye’nin kurtuluş ve kuruluşunda bunun adı yazılıdır.

Cesur olmakla hamaset yapmak arasında fark vardır.

Dün “Yes be annem” diye mastika oynayanların bugün Türk cumhuriyetlerini Kıbrıs’ta Türkiye’nin aleyhine döndürmediklerini düşünmek hiç de yanlış olmaz. Zor günler geçirip eski siyasetine dönen bir zümrenin Kıbrıs için Türk cumhuriyetlerine 12 milyar avroluk paket açtırması, Turan ordusu komedisinden daha mı kötüdür?

Ticaretini devam ettirmek için siyasetini makam ve mevki uydurmaya yöneltenleri Türk dünyası için çalışıyor sanmak… Fakir avuntusu böyle bir şeydir.

Sözde cesur olanların sözde muhalif olduklarını görüyoruz çünkü sahte aksakalları eleştiriyor gibi yaparlarken belli ki onlara güvenmişler de. Yandaşlığını içinde tutan bu kitleye bu yüzden koçbaşı diyoruz.

Kapıyı kırmak istiyorlar, kıramıyorlar ama çatlatabildikleri aralıklardan içeriye karanlık sokmak istiyorlar.

“Aksakallık”, “Turan ordusu”, “Türk İslam birliği” filan kulağa hoş geliyor olabilir.

Ancak soralım: Kimin aksakalı? Kimin Turan’ı? Kimin Türk dünyası?

Aksakalı yanlış olanın ideali hayal çukurundan çıkmazmış.

SORU: Bütün Akdeniz Türklerin kontrolündeyken ilk Siyonistlerden Yasef Nasi’nin ortaya çıkıp konağına “Kıbrıs Kralı Nasi” diye yazdırdığını biliyoruz. Kıbrıs’ı alıp bütün Akdeniz’i verdik mi? Matruşka bebek misali: Türk’ün Doğu Akdeniz meselesiyle Türkümsülerin Doğu Akdeniz meselesi aynı mıdır?

Koçbaşlarının davası işte budur. Dillerindekiyle ellerindeki asla aynı değildir.