ANADOLU’NUN EZİLEN ÇOCUKLARI

Erdoğan yakın zamanda hepimize şöyle bir açıklama lütfetti: “Kendi evlatlarını Paris’e, Londra’ya, Brüksel’e, Washington’a gönderip en iyi eğitim kurumlarında okutup lüks ve şatafat içinde yaşattılar. Anadolu ve Trakya’nın pırlanta gibi çocuklarını ise fakirliğe, cahilliğe hatta ölüme ittiler.”

Son zamanlarda bunları biz söylersek tutuklanabiliyoruz. Sağ olsun, bazı gerçekleri kendisi ifade etti. Artık devletin en yüksek makamında bir tanığımız olduğu için daha rahatız.

Doğrudur… Mehmetçik’in kanı üstünde yalılar yükselip durmuştur.

Mesela Osmanlı’nın son devrine bakalım.

Bütün kardeşleri savaşta şehit olmuş, babası yoksulluktan ölmüş, annesi bir deri bir kemik kalmış, karısı da hamile olan Mehmet, yeniden savaşa gitmek üzere yola çıkıyor. Balkanlara gidiyor ya da Yemen’e.

Artık olacaklar bellidir: Mehmet şehit olabilir, gazi olup uzuvlarından en az birini kaybedebilir, bir gülle şokuyla aklını yitirebilir, köyüne geldiğinde ailesi hınç dolu Hınçaklar tarafından katledilmiş olabilir.

Her halükârda Mehmet’in köyündeki yoksulluk çok üst düzeye çıkacaktır. Mehmet ve ailesi birçok şeyden mahrum olacaktır.

Diğer tarafta ise paşa yalıları, padişah sarayları var. İstanbul’un en gözde mekanlarını mütareke hainleri dolduruyor. Onlar da kanı üstüne servet inşa ettikleri Mehmet’e karşı hınç doludur. “Türk olmayan Türk’üm” diye övünen ve Avrupalı doğmadığına üzülen ama Avrupalı olmak için her şeyini feda edenler baloları akın ediyor.

Mehmet’in kanı ve saadeti üstünde vals var. Mösyö ve matmazel şehvetle birbirine dolanmış, burunları yukarıda dans ediyorlar, Anadolu’yu aşağıda görüyorlar, Mehmet’in anasının dokuduğu halıdan nefret ediyorlar. Yalılarında şark köşesi kurmayı ihmal etmiyorlar, Sodom ve Gomore’yi kıskandıran gecelerde şarklı ruhlarını erotizme doyuruyorlar.

Cumhuriyet ise bundan çok daha fazla adaletsizliğe karşı hınç dolanların eseridir. Her türlü ihaneti görenler, Türk vatanının bir köşesinde doğup özgürlüğe aşık büyüyenler, İstanbul’dan çıkmayan yazarları Anadolu köylerini gezmeye ikna edenler, vatan toprağındaki tezeğe “Anadolu’nun kaderi” diye bakmayanlar, “Türk olmayan Türkler”den tiksinenler bu eseri meydana getirdi.

Cumhuriyetimizin kurucusu ve Ebedi Başkomutanımız Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözlerine dikkat edelim:

“Efendiler, hayatın felsefesi, tarihin garip tecellisi şudur ki her iyi, her güzel, her faydalı şey karşısında onu imha edecek bir kuvvet belirir; bizim lisanımızda buna irtica derler. İyi bir şey yaptınız mı biliniz ki bunu imha etmek için karşınıza muhalif, mürteci bir grup çıkacaktır.” (1923)

 “Kalplerinde, ruhlarında, hissiyatlarında inkılap yapamayanlar dünyada hiçbir inkılap yapamazlar.” (1926)

Ve en önemlisi ise 1927 yılındaki şu ifadeleridir:

“İnkılabımız henüz yenidir. Dedikleri gibi kökleşiğ benimsendiği hakkındaki kanaatlerimiz ancak ileride karşılaşacağımız hadiselerle tahakkuk edecek ve teyit olunacaktır.

Fakat şimdi şuna emin olmalısınız ki bugün başına şapka giyen, sakalını bıyığını tıraş eden, smokin ve frakla cemiyet hayatında yer alanlarımızın çoğunun kafalarının içindeki zihniyet hâlâ sarıklı ve sakallıdır.”

Atatürk’ün bu sözleri 28 Nisan 1927’de Türk Ocakları Kurultayı’nda söylemiş olması da çok önemlidir.

Daha önceki yazılarımızdan 1938 yılından sonraki fikir ve icraatlarından hatırlayacağınız Hamdullah Suphi, Türk Ocaklarının başkanlarındandı. Atatürk, Türk Ocaklarının faaliyetlerinden memnun değildi ve hem milli gücün hem de inkılap ruhunun bir yerde toplanmasına taraftardı. Hamdullah Suphi ise kendisini abartarak Mehmet Baydar’a “O, hiçbir zaman ikinci adam olmayı kabul etmezdi.” diyecekti.

Oysa dinlerarası diyalog taraftarlığı, Amerikan hayranlığı, tarikat mensupluğu, TBMM oturumunda Türk dünyasında çok Türk olduğu için Kıbrıs’ı önemsizleştirme çabası gibi pek çok şey gösteriyordu ki ruhunda sarıkla gezenlerden biri olduğunu Mustafa Kemal’in keskin gözleri yine kaçırmamıştır.

İnkılaplara ne kadar bağlı olduğunu kestirmek için sakalını kırptırırken berbere gazeteci çağıran Papa Eftim de Tanrıöver’in dostlarından biriydi. Bunu da birçok defa yazdık.

Mustafa Kemal’in “kardaşım” ifadesiyle fotoğraf imzaladığı Tanrıöver’in Athenagoras’tan imzalı fotoğraf aldığı döneme gelmesi aşama aşama olmuş bir şey değildir.

Cumhuriyet’in kaderini sembolize eden bir durumdur, diyebiliriz.

Osmanlı’nın son dönemindeki balo müdavimleri Cumhuriyet’e taraftar gibi görünürlerken 1938’den sonra sakallarını ruhlarına gizleyenlerle beraber hınçlarını yeniden ortaya çıkardılar.

Dincilik maskesini yeniden ele alanlar, Anadolu’nun çocuklarını da ayaklar altında görmeye başladılar.

Kayseri’nin bir köyünden üç numara tıraşla ve ütülü temiz elbiseyle yola çıkıp okul okumak için şehre gelen çocuklar, eskiden imtiyazlı gruplara mahsus olan haklara kavuşabiliyorlardı.

Bir zaman sonra o çocukları irtica şırıngasıyla zehirlemeye başladılar.

Neden, biliyor musunuz?

Çünkü burnu havada mösyölerle matmazaller yeniden valse başlamışlardı ve memleket yanarken kıllarını kıpırdatmadıkları hâlde şimdi yeniden her köşebaşını tutmuşlardı.

Yalılar, köşkler onlarındı. Yönetme hakkı onlarındı. Aileden kim öne çıkıyorsa sakal bırakıyordu ve yaşadıkları köşkün içinde Avrupalı eşleri, Avrupalı kızları valse devam ediyordu.

Taha Akyol’un “Necip Fazıl ve Türkeş” başlıklı köşe yazısından bir anıyı aktarıyorum:

“1977 baharı, merhum Türkeş beni çağırdı. Necip Fazıl’la dostlar vasıtasıyla haberleşmişler, Türkeş’i İstanbul’daki evinde yemeğe davet etmiş. Necip Fazıl’ın eserlerini çok iyi okuduğumu bilen Türkeş, yemeğe benim de katılmamı istedi.

Türkeş, Ahmet Er ve ben, İstanbul’da Üstad’ın ünlü ‘heykelli yalı’sındayız.

Bahçede, havuz başında Yunan tarzı bir kadın heykeli…

Tam alafranga bir ziyafet masası: Sağda bıçak, solda çatal, rulo hâlinde peçeteler, ortada çiçek… Beyaz ceketli, beyaz kelebek kravat ve beyaz eldivenli garsonlar… Ve lüks bir kağıda basılı mönü… (Kendi yazımı. YG)

Gümüş olduğunu zannettiğim kaselerde su ve birkaç gül yaprağı…

Hayatımda ilk defa böyle şeyleri görüyordum hatta kasedeki suyu ve gül parçalarını komposto sanmıştım, meğer parmakları yıkamak içinmiş.

Yemekte her şeyi herkesten sonra yapıyordum, böyle alafranga usulde yanlış yapmamak için.

Sofrada Üstad’ın eşi Neslihan Hanım da vardı.

Necip Fazıl yüksek sınıfların görgüsünü çok takdir eder, kendi deyişiyle ‘ham softa kaba yobaz’ tarzını şiddetle eleştirirdi.”

Akyol’un anlattıklarından bir bilgi daha vereyim: Necip Fazıl, Türkeş’e sürekli ordudaki gücünü soruyor. Türkeş belirsiz cevaplar verince “Ne ifşa ediyor ne saklıyor.” diyor ve dahası Türkeş’le konuşurken Erbakan’ı yüzüne karşı eleştirdiğini söylüyordu.

NFK’nin siciline bakarsak Erbakan’a da Türkeş’i çekiştirmiş olması pek muhtemeldir.

Ve kendisiyle hapis yatan, kendisini ziyaret eden herkes onun para düşkünlüğünde de Avrupai tarzında da mütabıktır.

Diğer türlü üstad hikâyeleri ise Anadolu’nun ezilen çocuklarına aşılanan bir çeşit hurma ve hırka edebiyatıdır.

İşte şimdi Erdoğan’ın Nuri Pakdil’e “Necip Fazıl’a Saygı Ödülü” verdiği noktadayız.

Biri, Avrupai hayat tarzını yaşadığı yalısında Anadolu gençlerine “Cumhuriyet sizi ezdi.” yalanıyla fakirlik aşılayarak konumunu sağlamlaştırıyor. Diğeri, kendi çocuklarını okuttuğu memleketleri de sayarak Anadolu’nun çocuklarını ezenlere atıfta bulunuyor. Enteresan, inanması zor ama gerçek.

Demek ki gerçekten tesadüf diye bir şey olmuyor.

Çok kolay konuşuyorlar, çok yüksekten atıyorlar çünkü biliyorlar ki Anadolu çocuklarının zihinlerini ezdiler. Dolayısıyla ne derlerse inanan çok olacaktır.

Ve konuşurken bıyık altından alaycı gülüşlerini görebiliyoruz. Anadolu’nun gençlerine değil, bizim gözlerimizin içine bakıp gülüyorlar.

Bizim gözlerimizde ne görüyorlar?

Örgün eğitimi yaygınlaştıran ihtilalleri, halkın özgürleşmesi umudunu, cehalete karşı açılmış savaşı, İttihat ve Terakki’nin atılganlığını, Müdafaa-i Hukuk’un inancını, Kuvayımilliye’nin ateşini, Mustafa Kemal’in keskin zeka ve ahlakını görüyorlar.

Bizimle hesaplaştıklarını sanıyorlar ama yanılıyorlar.

Biz ise onların gözlerinde sadece sistemi, sistemin efendilerini, sistemin amaçlarını görüyoruz.

Gördüklerimizle hesaplaşan biziz.

Anadolu’nun temiz Türk çocuklarına, yalıları unutturacak kadar güzel bir gelecek bırakacağız.

Bir gün mutlaka.

NOT: Vals, Mustafa Kemal katıldığında güzeldir. Zarif görünüşlerinin altında taşıdıkları hantal ruhla tepinenlerin yaptıkları şey, adı üstünde, tepinmedir. Karanlığın kaba müziğiyle tepiniyorlar.