Papa Eftim Gerçeği Kapınızı Çalıyor…
(Ruhunuzu Yakacak Bir Yalanın Enkazı Altında Kalmaya Hazır mısınız?)
Bazı hikâyeler vardır, damarlarımızda dolaşır.
Bize kim olduğumuzu fısıldar, zor zamanlarda tutunacak bir dal olur. Kahramanlarımız vardır, isimleri anıldığında göğsümüz kabarır, varlıklarıyla onur duyarız. Papa Eftim de o kahramanlardan biriydi, değil mi? Milli Mücadele’nin ortasında parlayan bir Hristiyan Türk, Atatürk’ün bile takdirini kazanmış sarsılmaz bir vatansever…
Öyle mi?
Peki ya o heykelin ayakları kilden yapılmışsa? Ya o parlak zırhın altında, hepimizin inandığı o kutsal davanın yerine, bambaşka, çok daha insani, çok daha karanlık bir hırs gizliyse?
Unutun şimdiye kadar duyduklarınızı ve okuduklarınızı çünkü size anlatacağımız hikâyenin kaynağı ne bir tarihçi ne de bir düşman. Kaynak, Eftim efsanesinin ta kendisi. O “kahramanın” (!) sesi, yıllar sonra gazete sayfalarından bize ulaştığında, duyduğumuz bir vatanseverin gururu değil, bir stratejistin kan donduran itiraflarıdır.
O ses bize, “İhtilafımız dini değil, siyasiydi.” diye fısıldıyor. Kutsal bir dava için değil, “siyasi maksatlarla” kiliseleri “işgal ettiğini” itiraf ediyor. Arşivler, o “boyun eğmez” din adamının, projesi başarısız olunca ve cemaat toplayamayınca düşman ilan ettiği Fener’e gidip nasıl “aman dilediğini” gözler önüne seriyor.
Ve en sonunda, siyasi rüzgârlar değiştiğinde, dün lanetlediği Fener’in yeni patriği olarak ABD tarafından ülkemize yollanan ve ABD vatandaşıyken bir gecede Türk vatandaşı yapılan Athenagoras’a nasıl “biat ettiğini” belgeler kanıtlıyor.
Bu, artık bir tarih tartışması değil. Bu, iddia edilen Atatürkçü ilkelere yönelik bir sadakatsizliğin başlangıç noktasıdır.
Ama bu sadakatsizlik, tek bir anın günahı değil; gücün rüzgârına göre yelken açan, ilkesiz bir duruşun aile geleneğidir. O sözde sarsılmaz Atatürkçü Papa Eftim, Demokrat Parti iktidara gelip Batı’ya yanaşınca ne yaptı dersiniz? Menderes hükümeti, Yunanistan ile ilişkileri düzeltmek için Eftim’in “kilise”sini bir yük olarak görüp kapatma baskısı kurduğunda, Kemalist bir direniş mi gösterdi?
Tabii ki hayır.
Sessizliğe büründü ve yeni güce uyum sağlayarak ayakta kaldı çünkü onlar için pusula, her zaman gücü ve iktidarı gösterir.
Ve bu pusula, nesiller sonra torun Selçuk Erenerol’un elinde de şaşmadan çalışıyor. Bir yandan “Atatürkçülük”, “laiklik” nutukları atarken diğer yanda Türk-İslam sentezinin mimarı Namık Kemal Zeybek ile aynı siyasi yolda yürüyebiliyorlar. Atatürk’ün laik milliyetçiliğini savunduğunu iddia eden birinin, bu ilkeyle taban tabana zıt bir ideolojinin yaratıcısıyla siyaset yapmasının nasıl tanımlanacağına siz karar verin!
Bu, bir çelişki değil, ailenin genetik kodudur: Güç kimdeyse “Biz oradayız.”
Günümüzün belirli milliyetçi siyasi akımlarının söylemlerinde kendilerine bir yer bulmaları da bu mirasın bir tesadüf olmadığının kanıtıdır.
Ama asıl can yakan, bu mirasın ölmemiş olmasıdır. Eftim’in başlattığı o siyasi manevra sanatı, o Galata’daki paha biçilmez mülklerle birlikte, nesilden nesile aktarıldı. Bugün o mirasın varisleri olan torunları, dedelerinin başlattığı oyunu çok daha cüretkâr bir perdeden oynamaya devam ediyor.
Bunların sosyal medya hesaplarına, demeçlerine bir bakın. Dillerinden düşürmedikleri tek bir kelime var: Atatürk. Onlar için Atatürkçülük, bir ideoloji değil, kurşun geçirmez bir zırh. Her türlü eleştiriden, her türlü sorgulamadan muaf kalmak için kullandıkları kutsal bir kalkan. Dedelerinin uydurduğu o “Atatürk’ün takdiri…”, “Bir ordu kadar hizmet etti.” vb. sözleri, bugün kendileri için bir dokunulmazlık fermanı gibi sallıyorlar.
Ve bunlar bu zırhı kuşanıp ne yapıyorlar? Yüz yıldır aynı şeyi: Toplumsal kaygıları kendi çıkarları için kullanmak.
Sakın yanlış anlaşılmasın. Bu satırların yazarı, Fener Rum Patrikhanesi’nin avukatlığına soyunmuyor. Tarih, bu kurumun Milli Mücadele yıllarında bizzat Atatürk tarafından “bir fesat ve hıyanet ocağı” olarak görüldüğünü de yazar. Lozan’da Türkiye’den gönderilmesi için en sert mücadelelerin verildiği bir kurumun, bugün ABD’nin dış politika hamlelerinde (tıpkı Ukrayna’da olduğu gibi) nasıl bir aparata dönüştüğünü, “ekümeniklik” iddiasıyla Türkiye’nin egemenlik haklarını nasıl zorladığını görmemek için kör olmak gerekir. Fener’in siyasi ajandası ve tarihsel bagajı, bu ülkenin her vatanseveri için meşru bir endişe kaynağıdır.
Ancak Erenerol ailesinin yaptığı, bu meşru endişeyi bir kalkan gibi kullanarak kendi kişisel savaşlarını bir vatan müdafaası gibi pazarlamaktır.
Onlar, Fener’in yarattığı bu tehdidi bertaraf etmek için değil, o tehdit sayesinde var olmak için bağırıyorlar. Yargıtay’ın Türk Ortodoks Patrikhanesi’ni (TOP), dini bir kurumdan ziyade bir vakıf olarak değerlendirdiğini hatırlatalım ve Türk toplumunu, yasalarca meşru sayılan ve denetlenen Fener’e karşı ve dolayısıyla Rum vatandaşlarımıza karşı kışkırtırken kullandıkları söylemlere bakın: Ekümeniklik, “şeriat çağrısıdır”. Fener’i savunanlar, “vatana ihanet etmektedir”. Fener, “Cumhuriyetimize düşman bir kurumdur”. Bu ifadeler, bir endişenin değil, bilinçli bir stratejinin ürünüdür. Toplumun en hassas sinir uçlarına dokunarak, laiklik ve ulusal güvenlik kaygılarını kaşıyarak kendilerine sürekli bir meşruiyet alanı yaratıyorlar. Tıpkı dedelerinin, Fener’e karşı muhalifmiş gibi davranarak devlete “faydalı” olduğunu ispatlamaya çalışması gibi, onlar da bugün aynı düşmanlığı körükleyerek varlık sebeplerini sürdürüyorlar. Bu ifadeler, bir endişenin değil, o endişeyi kendi çıkarları için sömüren bilinçli bir stratejinin ürünüdür.
Ama en trajikomik olanı ne biliyor musunuz? Ailenin tüm varlığını, statüsünü ve servetini borçlu olduğu 1923 nüfus mübadelesini, bugün torunlarından birinin “bir oldubitti”, “Mübadele yanlıştı.” diyerek eleştirmesi. Kendi cemaati ve birinci dereceden akrabaları bile topyekûn Yunanistan’a gönderilirken Eftim tek başına mübadil olmaktan kurtularak gidenlerin mülkleri üzerine bir hanedanlık kuran bir ailenin varisinin, bugün mübadeleyi eleştirmesi bir tutarsızlık değil, ideolojinin onlar için ne kadar kullanışlı bir araç olduğunun en acı itirafıdır.
Bu, artık Papa Eftim’in hikâyesi değil. Bu, dedesinin “aman dilediği” kurumla savaşır gibi görünüp aslında o savaş sayesinde ayakta kalan bir ailenin hikâyesidir. Bu, Atatürk’ün adını bir kalkan gibi kullanıp onun birleştirici ruhuyla çelişenlerin ibretlik öyküsüdür.
Birkaç gün sonra yayınlayacağımız belgelerle dolu yeni yazımızda gerçeğin can yakıcı yüzüyle tanışmaya hazır olun.
Çünkü bazen en büyük hayal kırıklığı, en güvendiğimiz hikâyelerde ve o hikâyeleri en gür sesle savunanların dilinde saklıdır.


