Oligarşinin Özgürlük Yolu
İsviçreli doktor ve simyacı Paracelsus, 1538’de şöyle diyordu: “Her şey zehirdir ve zararsız hiçbir şey yoktur, bir şeyin zehir olmadığına yalnızca dozu karar verir.”
İlaçla zehir arasındaki fark, dozudur.
1789’da liberalizm geldi.
Avrupa genelinde örgün eğitim yaygınlaşmaya başladı. Fransa’da 19. yy.ın ilk yarısı tamamlanmadan eğitimli insanların sayısı iki katına çıktı. Aynı yüzyılın başında Almanya’da bir yılda ortalama 3000-4000 kitap basılırken yüzyılın ortasına gelmeden bu sayı 10.000’in üzerine çıktı.
Elbette her şey güllük gülistanlık olmadı ama bu sefer güllük gülistanlık sadece sultanların hayali olmaktan çıktı. İnsanlar giderek özgürleşmeye, cehennemi yasaklayıp herkes için cenneti yaratmaya koştular.
Batı emperyalizminin en vahşi sömürgecilik yüzyılının sonunda doğan Friedrich von Hayek, 1940-43 yılları arasında “Kölelik Yolu” adını verdiği bir kitap yazdı.
Bu kitapla birlikte neoliberalizmin temelleri atıldı.
Hayek’in görüşleri etrafında toplanan iktisatçılar, 1947’de Mont Pelerin Cemiyeti’ni kurdular.
Hayek’in görüşü özetle şuydu: Bir devletin toplumcu / Sosyalist olması, halkçı bir anlayışla sosyal yardımları sürdürmesi, kamuya ait teşebbüsler eninde sonunda kölelik getirecek ve özgürlüğü kaybedeceğiz.
Neoliberallere göre ne yapılmalıydı?
Kamuya ait kuruluşlar özelleştirilmeli, devletin ekonomi üzerindeki denetimi tamamen kaldırılmalı, özet geçecek olursak da şirketokrasinin çağı başlamalıydı.
Dünya ekonomisinin içine düştüğü bunalım, Keynes’in ekonomik istikrarın sağlanması için devletin etkin rol üstlenmesi ve bunalım dönemlerinde devletin müdahalesinin önemine dayanan görüşleriyle giderildi.
Bunalımdan kurtulan büyük şirketler, devletten de kurtulmak istediler.
Böylece zararın kamuya, kârın şirketlere ait olduğu bir döneme girdik.
Hayek’in yolu, kendini özgür zannedenlerin kölelerin yolu oldu.
1980’de ihtilâl yapılmadı, darbe yapıldı. Muhafazakâr partilerin çektiği filmlerde din karşıtı gibi gösterilse de bu darbeyi yapanların önünde İslamcılık ve neoliberalizm, yüzlerinde Kemalizm maskesi vardı.
Neoliberalizmi Türkiye’ye getirenlerin ikonu Turgut Özal’dır. Özal’ın önünü açansa Kenan Evren’dir. Evren, dinci olduğu iddiasıyla güya Özal’ı istemiyordu ama ta ABD’den üst düzey hükümet görevlileri, diplomatlar gelerek Özal için baskı yapıyordu.
Özal’ın döneminde alınan borçların ödenmesi, devleti zor duruma düşürünce Çiller’in döneminde 5 Nisan kararları alındı.
5 Nisan kararları kapsamında PETKİM, Havaş, THY’nin bir kısmı, Erdemir, Petrol Ofisi ve TÜPRAŞ özelleştirildi.
Halkın oyuyla iktidara gelenler, halkın malını plütokrasiye peşkeş çektiler.
Tansu Çiller, devletin düzenini nasıl nitelendirdi, biliyor musunuz?
“Son Sosyalist devlet.”
Aradan yıllar geçti. “Babalar gibi satarız.”cıların pirlerinden Abdullah Gül, 2010 yılında “Devletin içindeki Sovyetler Birliği çöküyor.” dedi.
Babalar gibi satarken dillerinden şunu hiç düşürmediler: Özelleştirilen kuruluşlar, devlete yük oluyor.
Sonra ne oldu?
Liyakatsizlik zirve yaptı.
Oligarklar daha da güçlendi.
10 yerden huzur hakkı almadan huzuru gelmeyen siyasetçiler çoğaldı.
Devletin kurumlarında, belediyelerde ihtiyaç fazlası elemanlar var. Bunların önemli bir bölümünün statüsü hayalettir. Bir kısmı ise gezgin durumundadır. Paris’i gezip hava atmak, vatandaşa tepeden bakmak, okuryazarlığı olmayan yaşlıları en ufak bir hatada azarlamak için para alıyorlar.
Millete hizmet etme makamlarının hepsi, “rahat etme”, “sırtını yaslama” makamı olursa oligarkların düzeni sağlama alınır. Öyle de oluyor.
Maaşla çalışan insanların maaşından her ay kesinti yapılması, bu kesintilerin artarak yıl sonunda maaşı yutması gibi bir garabet var.
Cumhurbaşkanı, genç bir girişimciyi görüyor ve hayretler içinde şu cümleyi kuruyor: “Maaşını ödüyorsun!”
Siyasi iktidarın mensupları demek ki Cumhurbaşkanı’na sürekli “Kimse vergi vermiyor.” diyor. Sonra memlekete vergi de ödemeyen, her taşın altında bir vukuatı saklanan böyük mü böyük zengin iş adamlarının vergi borçları affediliyor.
Ne kadar adil bir düzen ki biz vergi vermiyoruz (!) diye gariban iş adamlarının da vergi borçları affediliyor.
Vergi ödemeyip aynı anda milletin ekonomisini ayakta tuttuğu iş adamlarımızı ulularken okul okurken kredi verilen, üç beş kuruş borcun altında ezilen gençlerimizi meydanlara çıktı diye dövüyoruz. Hapse atıyoruz.
Bir Cumhurbaşkanı, uçan kuştan vergi kesilen bir memlekette “Vergi ödüyorsun!” diye şaşırıyorsa kasada para görmüyor demektir.
Biz de vatandaşlar olarak maaşımızı yattıktan sonra birkaç saat sevip, okşayıp başka ceplere uğurluyoruz.
Hem vahşi kapitalist düzende çok çalışıyoruz hem de borçla geçinebiliyoruz.
Borcu borçla kapatarak yaşıyoruz.
Bilinçsiz, sınırsız tüketiciliğe itilip gereğinden çok harcamakla suçlanıyoruz.
Banka reklamlarının kumbaradan savurganlığa evrilmesinin nedeni, bugünkü sosyo-ekonomik durumumuzdur.
Çok parası olanların cebimizden sürekli tırtıklaması, her zaman paragözlükten değildir. Çok harcatıyorlar, bununla yetinmeyip uydurma masraflarla yaptıkları ufak ufak kesintilerle kendi kölelik düzenlerini devam ettiriyorlar.
Çok para istedikleri için değil, köle yapmak için borçlandırıyorlar.
Böyle bir ülkede “Süphanallah” sözlerinden, “Ezanı Türkçe yaptılar!” hamasetinden, “Kur’an okuyamazdık, şeytanlar evimizi basardı.” yalanlarından daha sık ne duyulabilir?
Dinin bir masal olup olmaması başka bir meseledir.
Ama günümüzde dine dair her şey, kulaklara bir ninni gibi fısıldanıyor.