Res Publica’dan Sırası Gelenin Despotluğuna
İngilizcede “republic” olarak yer alan kelime, Latince “res” (şey) ve “public” (kamu) kelimelerine dayanır. “Halka / kamuya ait şey” anlamına geldiğini söyleyebiliriz, son aşamada bir kuruluş olarak “devlet” sözcüğünün karşılığıdır.
Arapçadan gelen “devl” ise “sürekli olarak değiştirmek”, “art arda getirmek”, “sürekli döndürmek” gibi anlamlara sahiptir. Sözcüğün Arapçadaki anlamlarını aktaran Prof. Dr. Kemal Gözler, Batı dillerindeki “state” karşılığının etimolojisine de atıf yaparak bu kelimenin de “durum” anlamına geldiğini belirtir.
Prof. Dr. Yalçın Küçük ise Gizli Tarih’in birinci cildinde “…devla sözcüğünün, çok eşli Arabik dünyada, kadın açısından, sıranın kendine gelmesi anlamının da olduğunu biliyoruz, işte o geceye ‘devla’ diyoruz.” bilgisini verir.
Bununla birlikte “cumhuriyet” sözcüğü de Arapçadır fakat Bernard Lewis’in verdiği bilgiye göre sözcüğü türetenler Fransız İhtilali’nden sonra Türklerdir. Yani etimolojik olarak Arapça olsa da Türk’ün türetmesidir. Arapçada yoktu.
Cumhur, “halk” demektir ve dolayısıyla cumhuriyet de “halk egemenliği” demektir.
Şimdi ders kitaplarımızda içi doldurulmayan bir aforizmaya geliyoruz.
Hep şu anlatılır: “Cumhuriyet, erdemdir.”
Neden içi doldurulmaz bu cümlenin? Neden Millî Mücadele başta olmak üzere tarihimizdeki pek çok olay çocuklarımızın beyinlerine hakaret edercesine yüzeysellikle anlatılır?
Mesele, çocukların anlamaması mıdır? Öyleyse doğa bilimlerine dayanan derslerin büyük ölçüde iptal edilmesi ya da eksiltilmesi gerekecektir. Bu, vahim bir hata olurdu.
Öyleyse neden önemli kavramların, değerlerin, sözlerin içi doldurulmaz?
Çünkü sömürenler, “tedavülde olanlar”[1], kendi sinsi anlayışlarıyla bunları da çaldılar.
Cumhuriyetin erdem olduğunu söylemek ise maalesef zihinlerde bir hamasete dönmüş oldu. Oysa gerçek budur. Erdem olmayan yerde cumhuriyet olmaz.
Res publicanın başına geçmek, yani millete ait olanı emanetine almak, erdem gerektirir. İktidarı grupların ya da şahısların lehine almak, düpedüz gaspçılıktır. Gaspçılar, erdemsizdir. Olay bu kadar basittir.
Şimdi günümüzü de ilgilendiren bir noktaya gelelim.
Semitik toplumlarda peygamberlik birçok defa babadan oğula geçti. Bunların kimisi kraldı kimisi sıradan insanlardı. Yine de Tanrı’nın elçiliği gibi bir görev babadan oğula geçebiliyordu.
Müslümanlar, son dinin İslamiyet ve son peygamberin Hz. Muhammed olduğuna inandılar. Bu da demektir ki Müslümanlar için peygamberlik sona eriyor, Muhammed’in herhangi bir çocuğu peygamberliği devralamıyordu.
İlk halifelerde de durum böyle oldu.
Türk tarihinde dikkat ederseniz dört halife vardır, beşinci halifeye bağlılık duyanlarsa tarikatçılardan çıkmıştır.
Dört halifenin hiçbiri, bir öncekinin oğlu değildi. Öyle ki Osman zamanında akraba kayırmacılığı ciddi sorunlara yol açtı. Ali, akraba kayırdığı söylenen Osman’dan sonra geldi ve Ali’yi öldüren de hanedanlık kurdu. Muaviye, Osman’ın yakın akrabasıydı.
Sonuca gelelim.
Şeyh Bedrettin, bunu biliyordu ve ona göre hanedanlık, gaspçılıktı. Nazım Hikmet’in “Şeyh Bedrettin Destanı”ndan ötürü yanlış bilinse de Bedrettin bir reformcuydu. Öğrencileri isyan etmiş ancak o isyanın başında Bedrettin yer almamıştı. Fetret Devri’nde Musa Çelebi tarafından görev aldığı için “talihli” olan Çelebi Mehmet’in hedefine oturdu.
Bugün nerede imparatorluk, hanedanlık yanlısı varsa orada Şeyh Sait yüceltilirken kendi tarihimizde Bedrettin’i isyancı, hain olarak yazanları görebiliyoruz.
Halktan yana olanın isyancı, halkın egemenliğinden yana olanın hain olarak anlatıldığı bir ortamda despotluk vardır.
Despotluğun temeli ise korkudur.
Korku, insanları yönetmenin en önemli yollarından biridir. Hobbes’un “Leviathan”ı buna dayanırken Alman Yahudisi Lev Strauss, Hobbes’a dayandı. ABD’de Neo-Conlar Strauss’a ve AKP de Neo-Conlara dayandı.
Roma’nın cumhuriyetten imparatorluğa geçişi, ahlâksızlığın da tarihidir. Kimileri bu tespiti yanlış bulsa da gerçek budur. Hastalıklı kafalara sahip olan imparatorlar, hedonist bir anlayışa sahipti ve bunların en önde gelen örneği Caligula’ydı (Gaius).
Jul Sezar, Augustus, Caligula, Cladius…
Sezar, güya cumhuriyete karşı değildi ve Romalı idareciler ona “diktatör” dediler.
Augustus, imparatorluğun kurucusuydu ama itinayla cumhuriyeti yıkmak ifadesinden kaçınıyor ve bunu dile getirenleri gazaba uğratıyordu.
Caligula’yı anlatmaya gerek yok. İğrenç kişiliğiyle bugün sadece Youtube’un içerik üreticileri için bir malzemeden ibarettir. Cumhuriyetin kimler elinde yıkılabileceğine ise güzel bir örnektir.
Cladius, beklemediği bir tahtı almış bir zavallıydı. Caligula vahşice öldürülürken bir köşede saklanıyordu.
Özellikle Caligula hastalıklı bir şahsiyet olmasına rağmen iyice delirdiği günlere kadar nasıl tahtta kalabildi?
Cevabı basit: Sömürenlerin iktidarı için ideal bir adamdı. Korku yaratıyordu, toplumu geriye götürüyordu ve korkuyla yönetilen halk geriledikçe daha da köle oluyordu. Bu da plütokrasinin istediği şeydi.
Nasıl ki Şeyh Bedrettin’i hain yapıp Şeyh Sait’i ululadılarsa aynısını tarih açısından Midhat Paşa’da da görüyoruz.
Despotlardan taraf olanlar için Midhat Paşa bir haindi. Oysa İsmail Hakkı Uzun Çarşılı’nın çalışmalarından TDV İslam Ansikolpedisi’ne kadar Paşa’nın karakterinden, dürüstlüğünden, vatanseverliğinden, yaptığı yeniliklerden söz edilir.
Yalnız hemen hepsine şöyle bir not düşülür: Safdildi, her şeyi çekinmeden söylüyordu.
Bunu, anlatılmak istenen ne olursa olsun, “Korkmadı, konuştu çünkü halkçı ve demokrattı.” şeklinde anlamak gerekir.
Tarihimizin bir başka cilvesine temas edelim.
Midhat Paşa’nın sadrazamlık görevinden kısa sürede azledilmesinin nedeni neydi?
İngilizlerin at oynattığı Mısır’da Hidiv, istediği zaman Osmanlı padişahlarına sormadan dış borç alabilmek istiyordu. Paşa buna karşı çıktı, payitaht ise bunun kabulünü istiyordu. Safdil dedikleri Midhat Paşa günlerce diretti, sonunda azledildi.
Despotluk düzeninin sahipleri, direnenleri sevmezler.
Paşa’ya “İngilizlerin adamıydı.” denmesinin temelinde Ruslarla olan kötü ilişkileri yatar. Oysa Paşa, Balkanlarda görev aldığı dönemde Osmanlı’yı en çok uğraştıran unsur Rus istihbaratıydı. Başımıza bela oldular ve Paşa’yı boğdurtan Abdülhamid’in zamanında Yeşilköy’e kadar geldiler.
Bir diğer dikkate değer nokta da Osmanlı’nın son başarılı ileri harekâtlarından birinin başında Midhat Paşa’nın olmasıdır. İngilizler karşı çıkmasına rağmen Lahsa Seferi gerçekleşmiş ve belli bir başarı elde edilmişti.
Reformları ve Midhat Paşa gibi değerli devlet adamlarını daha sonra tekrar ele alacağız.
Ancak hatırlatmak istedik ki Midhat Paşa’dan ileri gitmenin yolu Mustafa Kemal’e ve Türk Cumhuriyeti’ne çıkar.
Midhat Paşa’dan geri giderseniz Caligula’ya rastlarsınız. Gerisi cehennem, ilerisi cennettir.
Son olarak…
Laik bir cumhuriyetiz ve laiklik, cumhuriyeti tamamlar.
“Laos” isim kökünden gelen “laikos” sıfatı, Yunancadır. Laos, halk demektir ve laik de halktan olup ruhban sınıfına ait olmayan demektir.
Dinsizlik olarak algılatmaya çalıştıkları şey, tarikatlardan güç alan despotluk düzeninde işte budur.
Mustafa Kemal, halkın egemenliğini ilan ettiği zaman despotizme yatkın olan her türlü grubun defterini dürdü.
Ne var ki asırlar boyu korkutulmuş bir halk, korku duygusunu içinden atamayıp ileri gitmekte tereddüt edenlerin yüzünden egemenliğinden oldu.
Biz varsak Cumhuriyet yaşayacaktır. Bir an bile tereddüt etmeyeceğiz. Bununla birlikte Mustafa Kemal’in emrettiği gibi “Birbirimize daima gerçeği söyleyeceğiz.”
Halka yalan söylemek, onu korkutmak, umutsuzluğa düşürmek yoktur. Halkın egemenliği için, halka cesaret vermek gerekir. “Korku, ölümün kardeşidir.” ve biz cesaretin arkasında saf tutacağız. Birinde kölelik, diğerinde özgürlük vardır.
“Özgürlük olmayan memlekette, ölüm ve çöküş vardır.”
Ömer Naci’nin dediği gibi: “Mustafa Kemal, seni takip edeceğiz!”
[1] Devlet sözcüğüyle aynı köke, yani “devla”ya dayanıyor. Bknz. https://www.anayasa.gen.tr/devlet-kelimesi.html