Türkiye’de Din Oyunları: Tanrıöver, Fener Papazı, FETÖ ve Noel Babacılar
“Ağaç, sapı kendi dallarından yapılan balta ile kesilir.”
Mustafa Kemal, Nutuk’ta “Bunca yüzyıllarda olduğu gibi bugün de milletlerin bilgisizliğinden ve bağnazlığından yararlanarak binbir türlü siyasi ve kişisel amaç ve çıkar sağlamak için, dini alet ve araç olarak kullanmak girişiminde bulunanların, içeride ve dışarıda varlığı bizi bu konuda söz söylemekten, ne yazık ki, uzak bulundurmuyor. İnsanlıkta, din hakkındaki bilgi ve anlayış, her türlü hurafelerden sıyrılarak gerçek bilim ve tekniğin ışığından arınmış ve mükemmel oluncaya kadar, din oyunu aktörlerine, her yerde tesadüf olunacaktır.” diyor.
Mustafa Kemal zamanın çok ötesinde bir deha olduğunu bu sözleriyle bir kez daha gösteriyor. Çünkü birazdan hep birlikte, din oyunu aktörlerinin Sivas Kongresi sırasında yürürlüğe koyamadıkları Amerikan mandasını Ebedi Başkomutan’ın ölümünden sonra aşamalar hâlinde nasıl hayata geçirdiklerini göreceğiz.
Böylece hiçbir sinsiliğin ortaya çıkmaktan kurtulamayacağını da göreceksiniz.
Bir önceki yazımızda ulus devlet ve laik devlet olamayışımızı Mustafa Kemal’e bağlayan paçozlara cevap verdik. Bu yazımızda da Mustafa Kemal’in yukarıdaki sözlerinden yola çıkarak hatırlatalım: Laiklik, bir milletin tamamı şu veya bu dinden olunca gerekliliğini yitiren bir kavram değildir. Laiklik, irtica zehrinin panzehiridir.
Laikliği birçok dinin bir arada yaşamasını sağlayan bir kavramdan ibaretmiş gibi sunmaya çalışan diyalogçuların gizli misyonerlik oyununu anlatmaya başlayalım.
Dinlerarası diyalog ve ona kaynaklık eden fikirler aslında Haçlı Seferleri ve Batı emperyalizminin yükselişi sırasında birbirinin zıttı olan iki noktaya dayanır.
Birinci nokta, Haçlı Seferleri sırasında İslam coğrafyasında bir türlü başarı elde edilememesi ya da elde edilen başarıların uzun süreli olamamasıdır.
İkinci nokta, Batı emperyalizminin bilhassa Uzak Doğu’da gerçekleştirdiği emperyalist işgallerin kalıcı olmasını sağlamaktır.
İlk noktada 12. yy.a kadar gideriz ve karşımıza Vatikan’daki eski ekollerden olan Fransiskenlerin kurucusu Assisili Francis çıkar. Francis’e göre misyonerler Müslüman ülkelere göç ederlerse İncil’i öğretebilir ve Hristiyan dinini yayabilirlerdi.
Cusalı Nicolas ise günümüz diyalog anlayışına daha yakın bir fikre sahiptir. Fatih’in İstanbul’u fethetmesi üzerine yeni Haçlı seferi planlayan Avrupalı otoritelerin aksine Nicolas, Hristiyanların diğer dinlerin mensuplarıyla barış içinde toplanmalarını istiyordu çünkü onun inancına göre bu toplantıların sonunda diğer dinlerin mensupları Hristiyanlığın doğru olduğunu görüp din değiştireceklerdi.
İkinci noktaya yani 1860’lara gelince dinlerarası diyalogun sistemleşmeye başladığını görürüz. Artık Batı emperyalizmi, Haçlı Seferleri’ndeki güç dengelerini bozup uzak memleketlerde sömürgeciliğe başlar. Uzak Doğu dinleriyle Orta Doğu menşeili Hristiyanlık arasındaki farkları kaldırarak misyonerlik faaliyetlerine hız kazandırmak gerekir.
İlk olarak 1853 yılında Londra’da “İnsancıl Dini Cemiyet” kurulur. Bu cemiyet daha sonra “Hür Dini Cemiyet”e evrilir. Adında da anlaşılacağı üzere tüm üyeleri Mason olan bu cemiyet, daha sonra kurulacak olan “Dünya Dinleri Parlamentosu / Dinlerin Dünya Parlamentosu”, “Etiksel Kültür Kurumu”, “Dünya Misyonerlik Konferansı”, “Dünya Kiliseler Birliği Konseyi”, “Evrensel Hristiyanlığın Birleşimi İçin Kutsal Ruh Cemiyeti” (Birleşim Kilisesi / Moon) gibi oluşumlara da kaynak oldu.
Emperyalizm açısından dikkate değer bir noktadır: “Dünya Dinleri Parlamentosu”, ilk kongrelerine dünyanın birçok yerinden din adamlarını çağırırken Amerikan yerlilerini çağırmamıştır.
Bir diğer diyalogçu kuruluş olan Birleşim Kilisesi -Türkiye’de bilinen adıyla Moon tarikatı- ve FETÖ arasındaki benzerlikler sıklıkla dile getirilir. Bu kiliseye tekrar değineceğiz.
Bir önceki yazımız “Kripto İhanet ve Kin Kardeşliği”nde mübadelenin, Karabulut gibilerin sinsi ithamlarına karşın, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda çok önemli rol oynadığını yazdık. Yine Hamdullah Suphi Tanrıöver’in Celal Bayar’la bir anısının Ercan Yavuz’un yazısında kaynak olarak gösterildiğini yazmıştık.
Böylece bir kez daha hayatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığını hatırlatarak Tanrıöver ve Bayar isimlerinin “Atatürk’ün en büyük üzüntüsü” iftirasına kaynaklık etmelerinin de tesadüf olmadığını belirtelim.
İki ismi bir araya getiren şey Anadolu Ortodokslarının Türklüğü ya da Atatürk’ün üzüntüsü iddiası değil, Dinlerarası Diyalog ve Athenagoras’tır!
Tabiri caizse gaza şimdi basıyoruz. Emniyet kemerlerinizi takın!
1924 Anayasasındaki Türklük tanımına karşı çıkan ilk grup TBMM’deki milliyetçilerdi. Türklük tanımına muhalefet edenlerden biri, Hamdullah Suphi Tanrıöver’di. Tanrıöver’in, maddenin tartışıldığı günkü konuşmasını özetle aktaralım:
“…Bir taraftan da hükümet mücadele ediyor, ecnebiler tarafından tesis edilmiş olan müessesatta çalışan Rum’u, Ermeni’yi çıkarmaya çalışıyor. Biz bunları Rum’dur, Ermeni’dir diye çıkarmak istediğimiz vakit bize ‘Hayır, Meclisinizden çıkan kanun mucibince bunlar Türk’tür’ derlerse ne cevap vereceksiniz?”
Tanrıöver Bursa’nın işgal edildiği günlerde Mustafa Kemal’i ve Türk kurmayını TBMM’de sıkıştırmaya çalışmışsa da Mustafa Kemal’in alkışlar eşliğinde yaptığı konuşmayla gerekli cevabı almıştı. Mustafa Kemal, Tanrıöver ve onun gibi düşünenlere, “Biz istikbalimizi millete emanet edip mücadeleye başlamışken sudan vazifelerle uğraşanlar” demişti.
Tanrıöver’in özel kalemi olarak da görev yapan Mustafa Baydar’ın anlattığına göre Reşit Galip ve Sadri Maksudi gibi isimlerin de bulunduğu bir toplantıya Atatürk’ün emriyle çağrılan Tanrıöver’e Türk Ocaklarının vazifesini tamamladığı anlatılmış, o da buna muhalefet etmişti. Ocakların kapatılmasıyla ilgili rapora bir tek Tanrıöver imza atmamış, Atatürk buna sinirlenerek raporu yırtmıştı. Rapor tekrar yazılmış, bu sefer Tanrıöver de imza atmak zorunda kalmıştı.
Türk Ocakları neden kapatıldı?
Bunu da kısaca cevaplayalım ki konu daha iyi anlaşılsın.
Çoğu araştırmacı Nazilerle olan ilişkilerini öne sürer. Atatürk’ün bundan rahatsızlık duyduğunu ifade eder. Ancak tek neden bu değildir. Türk Ocakları; Hasan Ferit Cansever, Enver Ziya Karal, Uluğ İğdemir gibi isimlerin ifade ettiği gibi pek çok yerde belediyelere müdahale etmeye başlamış, Serbest Fırka kurulunca birçok Türk Ocaklı genç bu partiye yazılmıştı.
Ve Mustafa Baydar, bu konuyu “Atatürk kendi direktifi, kendi kontrolü altında yeni bir nesil yetiştirecek ve eserini ona emanet edecekti.” şeklinde özetleyerek sözü Atatürk’e bırakır:
“…Memleketin ve inkılabın içeriden ve dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı masuniyeti için, bütün milliyetçi ve cumhuriyetçi kuvvetlerin bir yerde toplanması lazımdır. (…)”
Daha önceki yazılarımda bahsettiğim misoneistler -yeni olandan korkanlar- daima eskiyi aradılar, inkılapları hiçbir zaman yürekten desteklemediler, bazen bunu gizlemek için inkılap yanlısı uç beyanlarda bulundular, Sivas’taki mandacılık fikirlerinden hiçbir zaman vazgeçmediler.
Baydar, Tanrıöver’den “Her zaman eskiyi arardı.” diye bahseder.
Ve Mustafa Kemal’den sonra memleketi adım adım ABD’nin mandası hâline getirmeye başladılar.
Emperyalistlerin dinlerarası diyalog dünyasına hoş geldiniz.
Sizleri kapıda yine Tanrıöver ağırlıyor ve çok sevdiği dostu Athenagoras’tan da bahsederek aynen şunları anlatıyor:
“İstanbul Patrikhanesi, çok ihatalı sezişleri ve görüşleri olan büyük bir din adamının (Athenagoras!) riyasetinde kendi üzerine yepyeni bir vazife almıştır. Onu, ihtilaflı devirlerden sonra bizden uzak bir müessese hâlinde değil, manevi nüfuzunu milletimizin selameti lehine, insan haklarının masuniyeti lehine kullanırken görüyoruz.
(…) Biz aynı sesi milletlerarası kongrelerde Amerika’nın birçok merkezlerinde Türkiye ve Türklük lehinde bir derin iman perdesi ile konuşurken dinledik. Orada Papalık makamı, burada on altı asırlık resmi ve büyük bir dini makam bir noktada birleşmişlerdir.
(…) Komünizmin temsil ettiği istila hırsı nesillerce devam edecektir. Araya girmesi muhtemel sathi uzlaşmalara rağmen daha uzun müddetler biz ve bizden sonra gelenler onunla uğraşmaya mecbur olacağız. Bu vaziyete nazaran Avrupa’nın, Amerika’nın dinlerarası bir tesanüt araması ne kadar doğru bir fikirdir.”
Evet, Hamdullah Suphi Tanrıöver, ABD’de dinlerarası diyalog toplantılarına katıldı.
Evet, İnönü’nün emriyle bir gecede Türk vatandaşı yapılarak “ekümenik” sıfatıyla Türkiye’ye gönderilen ve Truman’ın doktrinini temsil eden Athenagoras ve Tanrıöver sıkı dosttur. Tanrıöver, Athenagoras’ı bizzat Türk Ocaklarında ağırlamıştır!
Evet, “komünizmin temsil ettiği istila hırsı” büyük bir bahanedir. El birliğiyle memleketi dinciliğin ve onun hamisi olan ABD’nin kucağına atmıştır.
Athenagoras’ın marifetlerini uzun uzadıya anlatmaya gerek yoktur. Bilindiği üzere kendisi Truman’ın Yunanistan ve Türkiye gibi ülkelere Sovyet tehlikesine karşı yardım doktrinini uygulayan önemli bir isimdir. Her iki ülkeyi de ilgilendiren kullanışlı birisidir. Hem Katoliklerle karşılıklı aforozu kaldırarak dinlerarası diyalog faaliyeti yürütmüş hem de komünizmle mücadele bahanesiyle misyonerlik faaliyetleri ve ABD emperyalizmi için çalışmıştır.
Tanrıöver’in özel kalemi Mustafa Baydar, Tanrıöver’in Athenagoras’a çok değer verdiğini ve onunla ABD seyahatinde (dinlerarası diyalog toplantısında) tanıştığını anlatır. Ayrıca Athenagoras’la kesinlikle posta yoluyla haberleşmediğini, Fener papazına yazdığı mektupları kendisine vererek gönderdiğini anlatır.
Ve Athenagoras, Tanrıöver’e gönderdiği imzalı bir fotoğrafının arkasına aynen şunu yazar:
“Çok kıymetli ve sevgili arkadaşımız ekselans Hamdullah Suphi Tanrıöver’e en samimi sevgi, takdir ve muhabbet hislerimizle ve sıhhati afiyetleri için candan dualarımızla.
2 Haziran 1949, İstanbul Rum Patriği Atinagoras.”[1]
Bitmedi!
Komünizmle mücadele amacıyla “Selamet”, “Sebilürreşad” gibi dergilerde dinin kuvveti üzerine yazılar yazan Tanrıöver, Athenagoras’tan imzalı fotoğrafı kaptığı 1949’da Vatan gazetesinde (9 Şubat tarihli) şunları yazıyor:
“Üç belli başlı ihtilal yakın Avrupa tarihinde din müesseseleri aleyhine hareket etti: Fransız İhtilali, Rusların Komünist İhtilali ve bizim Milli Mücadele’yi takip eden ve birçok mazi müesseseleri aleyhine inkişaf eden ihtilalimiz.”
(…) Ara sıra işitir veya okursunuz, din insanla Allah arasında bir meseledir. Yanlış ve müdafaası mümkün olmayan kaba ve kötü bir yanlış.”
Baydar soruyor, “Ne demek istiyorsunuz?” diyor ve ekliyor: “(Tanrıöver) Cevap vermedi veya veremedi…”
Büyük aydınımız (!) Tanrıöver bir başka yazısında ise özetle “Bir müessese kalplerde yıkılmadıkça yıkılmaz. Kalplerde kurulmadıkça kurulmaz.” diyor. O din aktörlerini besleyen, kendi ifadeleriyle o aktörlere ekmek veren müessese hangisiydi?
Rauf Orbay’ın, Refet Bele’nin millet açlıktan kıvranırken “Ekmeğini yedik” diyerek vazgeçemediği müesseseydi. Yani saltanat ve hilafetti.
Şaşırdınız mı? Şaşırmayın.
Hamdullah Suphi Tanrıöver ve dedeleri “Yavrum, bizim bir de Karagümrük’te tekkemiz var.” diye anlattığı Cerrahi tarikatına mensuptu.
Sürekli yazıyoruz ancak bunu sürekli vurgulamak gerekiyor: Hiçbir şey tesadüf değildir.
Bugünkü Cerrahilerin eski şeyhinin inkılap sözcüğüyle oynayarak “inkilab” (köpekleşme) dediğini hatırlayın. Aynı şahıs Türkiye’deki hamile kadınların sokağa çıkmasını sakıncalı görürken ABD’deki Cerrahi şeyhinin cenazesine de Kanada’daki Cerrahilerin toplantılarına da birçok modern giyimli hanımefendi katılıyordu. Başı açık kadınlar burada dua etse nasıl bir linç kampanyası başlatılacağını siz düşünün.
ABD’nin, İngiltere’nin düzenine son derece saygılı ve uyumlu cemaatlerle tarikatların Türkiye’deki tavırları kuyruk acısından başka bir şey değildir.
Tanrıöver’i, son derece önemli bir iddiayı buraya taşıdıktan sonra geçeceğiz.
Siyasal İslamcı Yazar Hasan Külünk, Hamdullah Suphi Tanrıöver’le ilgili bir iddia ortaya atmıştı. Külünk, Tanrıöver’in Nurcu Osman Yüksel Serdengeçti’ye “Bu Menemen Olayı var ya, onu biz yaptık. Kabakçı taifesine (esrarkeşlere) üç beş kuruş verdik. Nümayiş tertipledik. Fakat kontrolden çıktı, zavallı Kubilay kurbanı oldu.”
Külünk’ün iddiasına göre bu sözde sırrı Nurcu Serdengeçti de Külünk’e emanet etmiş.
Tanrıöver’in “Dağ Yolu” kitabının ikinci cildi, “Kubilay’ın Kesik Başı” başlığıyla başlar. Orada yazdığına göre Kubilay’ın Türk Ocakları üyesi olduğunu iddia ediyor. Mürteciler hakkında isabetli şeyler yazan Tanrıöver, gerçekten Serdengeçti’ye böyle bir şey söyledi mi?
Ergenekon kumpaslarında Menemen’in Kemalistler tarafından tezgahlandığı iftirasını hatırladınız mı?
Tanrıöver, Serdengeçti ve diğerleri…
Bu gizli veya açıktan dincilik yapanların yolu hep önce birbirine, sonra ABD’ye çıkar.
Bakın, Athenagoras’ın hatırlı dostlarından olup Fener Kilisesine gidip gelen Said-i Nursi, papazın gizli Müslüman olduğunu düşünürdü. ABD hakkındaki fikirlerine bakalım:
“…Kürre-i arzın şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle din hakikatlerine taraftar çıkması ve İslamiyet’le Asya ve Afrika’nın saadet ve sükunet ve müsalaha (barış) bulacağına karar vermesi ve yeni doğan İslam devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırk beş sene evvel olan müddeayı isbat ediyor, kuvvetli şahit olur.”
O zamanın dilinden ziyade kendi cehaletinden dolayı Said-i Nursi’nin birçok ifadesi karmaşıktır. Bu nedenle birçok Nurcu da kendi içinde Nursi’nin yazdıklarının çarpıtılması iddiasıyla kapışır.
Ama buradaki ABD aşkıyla ilgili kapışamaz!
ABD devam eden süreçte ne güzel de okşadı İslam devletlerini, değil mi? Dinlerarası Diyalogun temelini atarak Müslüman din adamlarını misyonerlik faaliyetleriyle “yeşil kardinal” yapıp komünizmle mücadele bahanesiyle Türkiye’yi, nükleer silah bahanesiyle Irak’ı ne de güzel okşadı.
Bakın…
Adından da anlaşılacağı üzere Birleşim Kilisesi, Kore’nin %40’ını kısa zamanda Hristiyan yapmıştı.
Kore’deki en önemli komünizmle mücadele aparatıydı. Göbekten ABD’ye bağlıydı, her zaman olduğu gibi.
CIA, hangi kiliseyi kullanarak “Dünya Anti Komünist Ligi”ni örgütlemişti? Cevap: Birleşim Kilisesi!
FETÖ elebaşı Fetullah Gülen, Komünizmle Mücadele Derneği’nin Erzurum’daki kurucularındandı. Celal Bayar, Adnan Menderes, Turgut Özal da derneğin bilinen üyelerindendir.
Ve Papa’ya 1998 yılında “Rabbin aciz kulu” olarak hizmet etmeye hazır olduğu mektubunu yazan Gülen’in FETÖ’sü, dinlerarası diyalog ve misyonerlik faaliyetlerinin en önde gelen taşeronuydu. Üstelik Dinlerarası Diyalog Sekreterliğinin Türkiye’yle ilk teması 1984 yılında gerçekleşti. Bu temasta aracı olan kişi o zamanın CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’ti. Gülek’in diyalog projesi için gittiği ilk isimse FETÖ elebaşıydı.
Bu arada dikkat çekici bir nokta: Bir önceki yazımızda işlediğimiz “Sürgündeki Ortodoks Türkler” yazısı hatırlayacağınız üzere Ocak 1998 tarihli Aksiyon’da yayımlanmıştı. Şubat 1998’de de Fetullah’ın Papa’ya mektubu kendi yayın organı olan Aksiyon’da yayımlandı.
FETÖ, Vatikan’la olan münasebetlerini kuvvetlendirirken Nurcuların “Yazıcı” kolundan iki şahıs vaftiz edilerek “Türk Dünyası Presbiteryen Kilisesi”ne alındı. Turgay Üçal ve Yavuz Kapusuz, vaftiz edilip din transferi gerçekleştirildikten sonra İstanbul ve Ankara’da bu kilisenin pastörleri oldular.
Günümüzde Fenerbahçe-Galatasaray arasında kolayca transfer gerçekleşmez. Sözleşmesi biten futbolcu bile bu kulüplerin birinden diğerine geçerken adeta kaos çıkar. İşlerin bu noktaya gelmesinde rolü olanların başında FETÖ’nün gelmesi de enteresan bir noktadır.
Dar alanda kısa paslaşmalar ve pastörler…
Ve günümüze geliyoruz.
Karşımıza daha önce birçok kere anlattığımız Noel Baba Barış Konseyi isimli sözde vakıf çıkıyor. Kurucularını ve üyelerini hatırlayalım: Muammer Karabulut, Sevgi Erenerol, Niyazi Öktem, Cengiz Çandar, İsak Haleva, Abdurrahman Dilipak…
Muammer Karabulut, 90’larda kendince atağa geçiyor. “Grün Magazin” adında bir Almanca dergi çıkarıyor. Dergi, turizm üzerine. Daha sonra gelsin Noel Babalar, kiliseler, turistler ve nihayet Kıbrıs’taki dolandırıcılık projesinden de anlaşılacağı üzere dolarcıklar.
Sevgi Erenerol, Türk Ortodoks Patrikhanesi’nin eski basın sözcüsüydü. Aynı zamanda Ayasofya Derneği’nin kurucu başkanıydı. Şimdilerde görevini Menzil’e otobüs kaldıran, FETÖ’ye övgüler dizen Namık Kemal Zeybek’in danışmanlığını da üstlenen Chris Selçuk Erenerol’a devretti.
Bu arada eklemek gerekir: Bu satırların yazıldığı sırada Chris Selçuk Erenerol’un “Türk töresinin inançlara etkisi” başlıklı yazısına denk geldik. Bir taraftan Atatürk sonrası yöneticilerin memleketi gericiliğe götürdüğünü yazarken diğer taraftan Alexander Dugin’den alıntı yapıyor. Dugin’in yazısındaki Hristiyan Slav geleneğinin Türk kültürüne bağlanmasını bir tarafa bırakalım.
Yazısını sosyal medya üzerinden kendisine sunduğu Dugin’in Türkiye ve Atatürk hakkındaki görüşlerine çok kısaca göz atalım ve yazdığı yazının kendisiyle nasıl çeliştiğini anlayalım.
Alexander Dugin, bir çeşit “Yeni Osmanlı” yaklaşımı sergileyen bir stratejisttir. Erenerol’un bahsettiği gericilerin ve aynı zamanda Graham Fuller’in görüşlerine yakın düşünür. Ona göre Türkiye, çok merkezli ve çok milletli emperyal İslamiyet’i terk ederek Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde laik bir ulus devlet kurmuştur. Bu da Fransız orijinlidir. Böylece Türkiye, kendi tarihinden ve jeopolitiğinden ilk kopan devlet olmuştur.
Dugin’in Putin üzerindeki etkisi tartışılır[2] ama Perinçek’le ilişkisi tartışılmaz. Slavların Hristiyanlığıyla Türk kültürünün benzeşmeyip Murat Adji’nin de çalışmalarında ispatladığı üzere Slavların din başta olmak üzere pek çok alanda Türk kültüründen etkilendiğini –misyonerlerin iddiasının aksine– saatlerce konuşuruz ama Perinçek ve Erenerol ailesinin ilişkisini sorgulayamayız.
Perinçek ve AKP yani siyasal İslam ilişkisini konuşmaksa asla mümkün değildir (!).
Her şey açık ve nettir. Görüldüğü üzere tesadüf diye bir şey yoktur.
Kürtçü ve FETÖ’ye övgüler dizdiği sabit olan Cengiz Çandar’ı, dinlerarası diyalog teorisyeni FETÖ’cü Niyazi Öktem’i, siyasal İslamcının önde gideni Abdurrahman Dilipak’ı ayrıca yazmaya gerek yok.
Ne yapmışlardı?
Mesela 1993 yılında ilk dinlerarası diyalog etkinliğini gerçekleştirmişlerdi. Birçok toplantılarına da Fener Kilisesi görevlilerini davet etmişlerdi. Ancak mesela Fener’den Kalayci isimli papazı hem kendi etkinliklerine davet etmişler hem de Demre’de ayin yapacağı zaman protesto etmişlerdi.
Daha önce sormuştuk ama böyle bir hizmette bulunmamışlardı: Dinlerarası diyalog etkinliği gibi çeşitli etkinliklerinin konuşma kayıtlarını yayımlayın. Niyazi Öktem, Fener yetkilileri vs. neler konuşmuş, hep beraber görelim.
Sansürlemeden paylaşmanız mümkünse tabii.
2000’li yılların başlarında, laik Türkiye’ye dışarıdan vurulmaya çalışılan darbe siyasal İslam’dı. İçeriden vurulan darbe ise FETÖ ve onun çeşitli kitleler içine sızdırdığı koçbaşlarıydı. Bunlar laik bir memlekette utanmadan din siyaseti yaptılar. Diyalogu kendilerine araç edinerek Türkiye’nin birçok din ve mezhepten meseleyi üstlenmesini sağlamaya çalıştılar.
Tüm bu çabalar boşuna değildi.
Diyalog adı altında memlekette çeşitli dinlerin kiliselerini, havralarını sürekli gündeme getirir veya Ayasofya Derneği üstünden sürekli siyasal İslamcıların duygularını ateşlemeye çalışırsanız yaptığınız şeyler yalnızca dinciliğin harlamasına hizmet eder.
Muammer Karabulut, “Şehit Ayasofya- Bilgelik, İman ve Sevgi’nin Anasıdır” isimli bir başka saçma yazı yazıyor. Bilindiği üzere “sevgi” sözcüğünden sonra özel isim olarak kullanılmamışsa kesme işareti kullanılmaz. Gönderme yapıldığını anladınız. Şimdi yazıdaki şu cümleyi dikkatle okuyun:
“Ayasofya adı, temelleri, misyonu ve tarihe tanıklığı ile tartışmasız Hristiyanlık tarihinin en önemli eseri, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin egemenlik sınırlarında yer alan ve sahiplenmesi ile birlikte korunması da gereken en öncelikli eserdir.”
Bu satırlar Dilipak, Erenerol ve Karabulut ilişkisini özetler niteliktedir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir din devleti değildir. Hele ki tarihi yalanlar üzerine inşa edilmiş karakterleri gündemine alarak dilenciye sadaka verir gibi kimseye sadaka verecek de değildir. Yıllardır “Devlet bize bakmıyor.” diye sağa sola beyan verenlerin, insanlara yazı yazdıranların, yazdığı yazılar paylaşılsın diye millete mesaj atanların bakıcısı da değildir.
Bir insanın kendisinde kabiliyet ve samimiyet varsa o insan her işi kendi yoluna koyar.
Varsa tabi…
Son olarak bütün diyalogçuların yolunun ABD’den geçtiğini, Kemalistlerin arasına sızan koçbaşlarının gerçekte siyasal İslam’ı tahrik ederek nasıl güçlendirdiğini gösteren bir örneği de hatırlatarak yazımızı noktalayalım.
ABD’nin Irak’ı -Said-i Nursi’nin ifadesiyle- okşadığı bir zamanda Noel Babacı Karabulut bakın kime barış ödülü veriyor:
Kaynakça
Yazı Fotoğrafı: Cumhuriyet gazetesi, 4 Mart 1962.
Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar, “Dinlerarası Diyalog ve Tarihçesi”.
Teoman Ergene (Papa Eftim), “İstiklal Harbinde Türk Ortodoksları”.
Mustafa Baydar, “Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Anıları”.
Hamdullah Suphi Tanrıöver, “Dağ Yolu 2”.
Selim Kurt, “Dugin’in Avrasyacılık Anlayışında Türkiye’nin Yeri”.
[1] Kendi yazım şekli.
[2] Dahası, İngilizlerin “Kremlin’de Bir Kemalist” diye tanımladıkları Rusya lideri, Kemalizm karşıtı ve İslamcı müttefiki Dugin’den pek hoşlanmaz!