Günyüzüne Çıkan Gizli TBMM Belgeleri / Noel Babacılar ve Simon Aykut Olayı
“Sarmaşıklar genellikle fısıldarlar
Hiçbir dilin anlatamadığını.
Derin sudan içen
Bilsin kuyunun derinliğini.”
Yazıya başlarken bir şerh düşmem gerekiyor çünkü bu yazı, bayramdan bir gün önce yazıldı. Yazının ilerleyen bölümlerinde Fener Rum Kilisesi ve teopolitik açılım konusunu analiz ederken yazıyı yayımlama noktasında acele etmemeye karar verdim. Zira hepimizin sorması muhtemel soruların cevabını almak için süreci doğal akışına bırakmak, tabiri caizse kediyi uyandırmamak gerekiyordu.
Uluslararası (!) çalışan dilencileri bekletmemek gerektiğinin farkındayım. Ne demişler: “Dilenciye borçlu olma, ya düğünde ister ya bayramda.”
Yaz geldiğinde cennet vatanın en güzel ormanlık alanlarında yangın mevsimi başlıyor. En küçüğünden en büyüğüne kadar tüm yangınlar en aşağılık vahşi insanlar tarafından çıkartılıyor.
Kimi ormanlık alanda sigara izmaritini atarak, kimi cam şişe kırarak ya da bildiğiniz benzin dökerek yakıyor kimsi de sarmaşıkları ve türlü bitkileri kestirerek kendince aşağılık hırslarını tatmin etmek için doğayı katlediyor.
Bilim insanları son yapılan araştırmalarla birlikte bitkilerin hissedebildiklerini, ağladıklarını, tehdit altındalarsa çığlık benzeri ses dalgaları oluşturduğunu ortaya koydu. Bitkiler küçücük bir böceğin en ufak bir ısırığını bile algılayabiliyorlar. Konu üzerine çalışan bir bilim insanı “Bitkiler ve ağaçlar birbiriyle konuşuyor olabilirler.” diyor.
Mustafa Kemal Atatürk bitkilerin de dilinden anlayor olacak ki Yalova da yapılan evini, ağacı kestirmeyip evi yerinden kaydırarak ağacı korumuştur.
Okuyabilenler için evrende her şeyin bir dili vardır ve okuyabilenler için her şey, aslında çok şey anlatır.
Bitkilere ve her türlü canlıya zarar veren gözü dönmüş aşağılık bir kimse artık bütün evrende mimlidir. Zarar verirken atılan boğuk kahkahalar, ceza çekilen yerde ağlama seslerine, bitmeyen iç çekişlerine dönüşür.
Bu hep böyle olmuştur ve olacaktır.
Şimdi gelelim asıl ve ince konulara!
Bir söz vardır hani, “Deliye hergün bayram!” derler. Noel Babacılara da hergün Noel galiba. Çuvalın ağzı hep açık ve çuvalın boş kalmasını istemeyecek kadar da hırslılar.
Hırsından gözü dönmüşlere hayat buz üstünde yürümek gibidir. Buzun nerede kırılacağını bilemezler ve en olmadık yerde derin ve karanlık sulara gömülürler.
Önceki yazılarımda Noel Babacıların yönetiminde kimler olduğunu, 5G Virüs yayın organında kimlerin kimlerle neler yaptığını, Kıbrıs’ta ne işler tuttuklarını belgeleriyle ve tanıklarıyla yazmıştım. (Vatansever, Türkçü, Atatürkçü ve Ergenekoncu vb. tanımlamaların arkasına saklanan FETÖ paçozlarının karanlık ilişkilerini ve tüm gerçek yüzlerini belgeleriyle yakında okuyacaksınız.)
Şimdi KKTC’deki yeni gelişmeleri ve ilk kez gün yüzüne çıkacak olan tarihi belgeleri ve akıl durduran sözleri paylaşacağım sizlerle.
Gerçeğe mi yoksa uydurulan koca koca yalanlara mı inanacağınıza siz karar vereceksiniz!
Hadi buyurun başlayalım!
Hakikat gazetesi başta olmak üzere birçok KKTC ve GKRY (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) basın organı tarafından yazıldığına göre Simon Aykut Rum tarafında tutuklandı.
Rumlar, Simon’un işini yapan birçok kişi olmasına rağmen birdenbire “Malvarlığımıza çöküyor.” şeklinde bir iddiayla kendisini tutukladılar.
Şahsi kanaatime göre, Muammer Karabulut’un dolandırıcılıkları sebebiyle gidemediği KKTC’de iş yapan Simon hakkında birileri Rum güvenlik görevlilerine “Bunlar sizin malınıza çöküyor.” diye fısıldadı ve tutuklama gerçekleşti.
Bir önceki yazımda yazdığım dönek, muhbirlik konularında hayli sabıkalıdır. Rum tarafıyla da arası çok iyidir. Bu da onu başşüpheli yapıyor. TMT’li mücahitleri ihbar eden, Simon’a neler yapmaz!
İşin çok enteresan bir tarafına dikkat çekmek için yazdım bunları.
Komplocu paranoyakların hedefindeki Simon, GKRY’ye geçerken tutuklandı. Küresel güçlerin korkulu rüyası Noelci Muammer ise KKTC’ye geçerse tutuklanacak.
Sebebini hatırlatayım:

5G Virüs Platformu, toplumu yanlış yönlendirmek için her haberi alıp okuyucularıyla paylaşıyor. O kadar dürüst bir platform ki Karabulut’un KKTC’den deport edildiğini, Noel Baba Barış Konseyi’nin İsrailli temsilcisini, “yabancılara mülk satışı” diye trajikomedya oynarken sözde barış köyü projesine katılacağı iddia edilen 40 kadar ülkeyi, Mersin’den Kıbrıs’a kaçak işçi götürdüğü için Noel Babacı Blackbird’e kesilen cezayı, KKTC’de Noel Babacıların aleyhinde yapılan haberleri, yazdığım birçok şeyi paylaşamaz.
Dinlerarası diyalog üzerine yazdığı yazıları paylaşarak aklamaya çalıştıkları Karabulut’un kasılarak söylediği gibi ilk dinlerarası diyalog etkinliğini yaptığını o etkinliğe katılan tüm üyelerle beraber paylaşırlarsa bu sahtekarın nasıl bir kripto olduğu da anlaşılır.
Ayrıca Muammer Karabulut’u KKTC’de yayın yapan bir kanala çıkmaya davet ediyorum!
Dilipak’ın oğlunun İsrailli ortağı gündem olsun istemezler.
İstihbarat üzerine yazdığı alakaya maydanoz yazılarla kendini aklamaya çalışan Dönmez’in hakkındaki yakalama kararını da duyuramadılar. Takipçilerine “Dönmez’in hakkında yakalama kararı çıkarıldı ama küresel güçler, FETÖ, cart curt…” diye ötemediler.
Sen karına işkence yapıp öldürmeye kalkacak kadar ahlaksızsan, sen baba yadigarı bir ihtiyarın birikmişine göz dikecek kadar düşmüşsen, sen işlediğin yüz kızartıcı suçlar yüzünden şerefli bir meslekten ihraç edilmişsen…
Sana küresel güçler, FETÖ, bilmem ne… ne yapsın? Sen zaten kendin başlı başına kötülük yuvası olmuşsun.
Şimdi sıra daha önceki yazılarımda “yerli Tolkienler” olarak bahsettiğim türden bir yazara geldi.
Yerli Tolkienler dediğim şuydu: Nasıl ki Tolkien’in kendi yarattığı ve kendine özgü dili, kültürü, ırkları, tarihi olan bir Orta Dünya vardıysa yerli Tolkienlerin de kendi kafalarında bir “derin dünya” var.
Tolkien’le aralarındaki fark şuydu: Tolkien’in kafasındaki dünya bir kurguydu, bunu kendi de biliyordu. Ancak derin dünyayı yaratıp komploları, yorumları, tezleri öne süren yerli Tolkienler için aynı şey geçerli değil. Onların kafasındaki kadim devlet, ihtiyarlar heyeti, aksaçlılar, börü budun vs. gerçektir ve size bunlarla iletişim halindeymiş gibi bir imaj oluştururlar.
Tüm bu kadim devlet, börü budun, ihtiyarlar gibi hikayelerin arkasında “Mustafa Kemal’den daha iyi biliyoruz.”, “Aslında şunu yaparken bunu amaçlıyordu.” hatta “Hilafeti geri getirmek üzere kaldırdı.” iddiaları yatar. Bu hikayeleri de en çok siyasal İslamcılar ve Türk-İslam sentezcileri benimser.
Dikgazete’den Ömür Çelikdönmez, “Türk Ortodoks Kilisesi ve Yeni Teopolitik Açılımlar” başlıklı bir yazı yayımladı. Yazıda düzeltilecek pek çok nokta var ama ilk olarak şunu hatırlatalım: “Türk Ortodoks Kilisesi” değil, “Türk Ortodoks Patrikhanesi”; “Fener Rum Patrikhanesi” değil, “Fener Rum Kilisesi”.
Çelikdönmez’e kadim devletten vahiy gelmediyse bu ifadeleri kafasına göre -yazısında olduğu gibi- kullanamaz. Yazısında bir kilise demiş, bir patrikhane…
Kendince açılım yapmaya kalkıyorsa da bu topraklardaki tek açılımı Mustafa Kemal yapmıştır. Diğer açılımların hepsi saçılıp dağılmıştır. Keza kendisinin yazısındaki son paragrafta yer alan vahim iddiaya da geleceğiz.
Kendi kendine açılım yapmaya kalkanlara duyurmuş olayım. Madem açılım yapıyorsunuz, o zaman toplumun önüne kahraman vb. sıfatlarla konulanları tanıma açılımına başlayacağız.
Devam ediyorum.
Çelikdönmez’in yazısında şöyle bir iddia var: Atatürk döneminde Hamdullah Suphi Bey, Romanya’daki Türkçe konuşan Hristiyanları Türkiye’ye yerleştirmeye çalışmış. Bunda başarılı olamamış ama 70 tane Gagauz gencini Türkiye’ye getirmeyi başarmış.
Burada da ilk düzelteceğim hata, “Türkçe konuşan Hristiyanlar” ifadesidir.
Gagauz Türkleri veya herhangi bir Türk topluluğu için “Türkçe konuşan filanca halk” ifadesi, yabancı enstitüler ve onların Türkiye’deki uzantılarının art niyetli ifadesidir. Burada kendilerince “Türklüğü şüpheli” veya “Türk olmayıp Türkçe konuşan” ifadesini kullanıyorlar.
Oysa Gagauz Türklerinin Türklüğü şüpheli değildir. Yalnızca ibadet dillerinde kullandıkları “Alla” (Allah), “padişa” (padişah) gibi sözcüklerden yola çıkılarak Müslümanlıktan Hristiyanlığa geçen Türkler olup olmadıkları tartışılıyor. Bu bakımdan onları Karamanlı topluluğuyla aynı kefeye koyamayız.
İkinci hata ise Atatürk dönemi Türk dünyası politikasının özünü asla yansıtmayan “Türkçe konuşan Hristiyanların Türkiye’ye yerleştirilme çabası” iddiasıdır.
FETÖ tarafından kahpece şehit edilen Necip Hablemitoğlu’nun Toplumsal Dönüşüm Yayınlarından çıkan “Şeriatçı Terörün ve Batı’nın Kıskacındaki Ülke” kitabında bu konu net bir şekilde açıklanıyor. Öncelikle Hablemitoğlu’nun, Atatürk’ün sözlerine yer verdiği kısımdan bir alıntı yapacağım:
“…Türkiye dışında kalmış olan Türkler ilkin KÜLTÜR[1] meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle bir müsbet ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz.”
Bu sözlerden yıllar sonra Sibirya’ya giden bilim insanlarımız, Saka (Yakut) Türklerinin yetkililerinin, Mustafa Kemal’in gönderdiği yayınları sakladıklarını anlattılar. Ebedi Başkomutan’a bir kez daha sonsuz saygıyla selam olsun.
Şimdi gelelim Hablemitoğlu’nun çok net değerlendirmesine…
Aynen şunları yazmıştır: “Atatürk’e göre, Türkiye dışındaki Türklerin Türkiye’ye topyekün göçü asla çözüm değildir. Dış Türkler, bulundukları ülkelerde ulusal kimliklerini koruyarak mevcudiyetlerini sürdürmelidirler.”
(…) Antlaşmaya ek ‘Mübadele Protokolü’nde görüleceği üzere, İstanbul’daki Rumlara karşılık yaklaşık üç kat daha fazla nüfusa sahip Batı Trakya’daki Türklerin yerlerinde kalmalarını, bir başka ifadeyle mübadele kapsamına alınmamaları için kararlılık göstermiştir.”
Konu bu kadar açık ve nettir.
Türk dünyasının her bir karışı vatan toprağıdır. Onu oradan al, bunu şuradan al, getir burada bir yere yerleştir ile bu iş olmaz. Yakın geçmişte ülkemize Afganistan’dan getirilen soydaşlarımızın bile tamamı gelmedi çünkü orası vatan toprağıdır. Oraya “Güney Türkistan” derler.
Bilhassa Romanya-Moldova arasındaki son gelişmelere göre ellerini ovuşturarak bekleyenlere Türk dünyası bilincini tamamen benimsemeden maceraya atılmamalarını şiddetle tavsiye ederim.
Hablemitoğlu Gagauz Yeri’nde gezerken Hamdullah Suphi Bey’in bıraktığı hatıraları müşahade edebiliyordu. Kadim devlete (!) haber verin, bugün Gagauzya’da FETÖ’cüler Türkiye aleyhine propaganda yapıyorlar.
Yazının sonu ise vahim… Türk Ortodoks Patrikhanesi’nin neden önemli olduğunu anlattığını sanarken bidenbire meğer bir denge unsuru olduğunu görüyoruz. Meğer kadim devlet (!) farklı işler peşindeymiş. “Çok iddialı bir ifade olacak biliyorum ama…” diyor, “…yine de belirtmeden geçemeyeceğim, Fener Rum Patrikhanesi’nin teolojik jeopolitiğinin parametrelerini Türk Dışişleri belirliyor.”[2]
Çok iddialı değil ama çok talihsiz bir ifade olduğunu belirtelim. Fener Kilisesi bugün de fesat ve hıyanet yuvasıdır. Türk devletinin mevcut jeopolitiği içinde ona böyle bir önem atfederseniz Moskova Patrikhanesini nereye koyacaksınız? Yukarıda da anlattığım üzere böyle iddialı denilen uçuk komplolar toplumun kabul etmeyeceği hikayeler kadim devlet vs. üzerinden maskelenir.
Sözde ekümeniklik üzerine açılım süreci başladıktan sonra, yakın zamanda Veryansın TV’ye konuşan Amiral Cem Gürdeniz, “teopolitik açılım” heveslilerini üzecek açıklamalarda bulundu. Konuşmasının bir kısmında aynen şunları ifade etti:
“…Bu durum diğer taraftan bir Türk vatandaşının Ankara’nın iradesi dışında Anglosakson jeopolitiği için teopolitik amaçla kullanılmasıdır.”[3]
Sözde demokratik açılımlar zamanında bu açılımların içeriğine tepki gösterecek olan Türk milleti, TV dizilerinde veya yazdırılmış romanlarda anlatılan hayali teşkilatlar aracılığıyla uyutulmuştu. Buradaki maksat, sözde açılımlara karar veren kadim bir Türk teşkilatı olduğu algısı yaratarak milletimizin -yerinde bir deyimle- gazını almaktı.
Bu süreçte de gaz alma mekanizmalarının devrede olduğunun, kurulan ortaklıkların bariz olduğunu çok net bir biçimde görüyoruz. Bu gaz alma mekanizmalarının TV dizilerinden ve romanlardan farkı şudur: Ülkesi için mücadeleye hazır samimi insanları fişlemek ve onları kirli yapıların önüne sürüp yedirmek.
Tıpkı Ergenekon kumpaslarında olduğu gibi!
Çelikdönmez’in yazısında aktardığı bir söz de Papa Eftim’le ilgili.
Bu söz aslında Papa Eftim’in mezarında da yazıyor. Birçok sosyal medya paylaşımında, kitapta ve makalede de rastlıyoruz. Buna göre, Atatürk, “Baba Eftim bu memlekete bir ordu kadar yardım etti.” demiş. Bu sözü, “Papa Eftim bize bir ordu kadar yardım etti.”, “Papa Eftim, Milli Mücadele’ye bir ordu kadar yardım etti.” gibi şekillerde de görebiliyoruz.
Ne var ki Mustafa Kemal’in bu sözü nerede, hangi tarihte, kimlere söylendiği belirsizdir. Dipnot olarak verilen kaynaklar gerçekliğini araştırma gereği duymadan sadece birbirlerinden alıntı yapıyorlar. Kaynak bakımından taradığım hiçbir yerde bu sözü netleştiremedim. En fazla şifahen gelmiş olabilir gibi duruyor ama o da çok olası değil. Çünkü Papa Eftim ile Mustafa Kemal’in görüşmeleri, (meclis açılışında din adamlarının yaptığı konuşmalar ve fotoğraf haricinde) konuşmaları hiçbir kayıtta olmadığı gibi meclis gizli oturumlarında da çok olumsuz sözlerle anılmaktadır.
Esas vahim olansa Atatürk’ün söylediği iddia edilen “Papa Eftim benden daha Türk’tür.” sözüdür. Bu sözü de mesela Ümit Doğan “Türk Papa” kitabında yazmış. Bu sözü doğrudan kanıtlayan bir tarih, yer ve tanık gibi tek bir belge yoksa çok vahim bir durum olduğunu söylemek gerekir.
Mustafa Kemal böyle bir söz söylemediği halde ona böyle şeyler söyletmenin ne anlama geldiğini düşünebiliyor musunuz?
Bilhassa ikinci alıntıladığım sözü Papa Eftim bugün okusa ne tepki gösterirdi?
Bir insan milli mücadeleye hizmet etmişse etmiştir. Nitekim hem din adamları arasında hem askerler hem de siviller arasında milli mücadele yolunda Türk milletinin her ferdi elini taşın altına koymuştur. Neredeyse tüm milletimizin evinde acılarla, kayıplarla bedel ödenmiştir. Bu, kimseyi Mustafa Kemal Atatürk’ten daha Türk yapmaz. Mustafa Kemal, tüm bu Türklerin lideri olan Türk’tür. En net, en açık, en önce gelen ve asla kimsenin önüne geçemeyeceği bir kırmızı çizgidir.
Onun hakkında yazıp çizerken kırk defa düşünmek gerekir.
Konumuzun özünde yatan şey Papa Eftim’in nerede ne yaptığı, en yakın dostlarının kimler olduğu, kardeşinin askerlik yapmaması için kime hangi mektubu yazdığı ya da Rum mu Ermeni mi yoksa Türk mü olduğunu tartışmak değil. Kurtuluş Savaşımızda topyekün mücadele edilmiştir ve ihanet edenler de gerek mübadele ile gerekse yargılanarak layık oldukları karşılığı almışlardır ve tarih bu konuyu tartışmaya kapatmıştır!
“Atatürk’ün mübadele kararı yanlıştı, bizleri akrabasız bıraktı.” diyenlerin sığ ve hırslı amaçları ortalık yerde çok fazla sırıtıyor!
Şimdi Mustafa Kemal’e atfedilen bu uydurulmuş sözleri bir yana bırakıp TBMM’nin 17 Kanunuevvel 1339 Pazartesi (17 Aralık 1923) tarihli 69. gizli celsesine ait hiç yayımlanmamış belgeleri gün ışığına çıkararak yayımlıyorum.
Önce belgeleri hep birlikte görelim (Bu önemli belgelerin fotoğraflarından sonra sadeleştirdim):







Görüldüğü üzere Meclis Başkanı, “Patrikhanenin son durumuna göre Hükümetin görüşü ve hareket tarzı nedir?” konulu önergesini cevaplamak üzere o zamanın Adliye Vekili Seyyid Bey’i kürsüye davet ediyor.
Ardından kürsüye gelen Seyyid Bey, “Fener Kilisesinin bugünkü durumuyla milli hareketten önceki durumu arasında kıyas kabul edilmeyecek bir fark vardır.” der.
Seyyid Bey, artık ülkemizde din imtiyazı diye bir şey olmadığını, Patrikhane’nin dini özelliğinden başka bir şeyi kalmadığını, siyasi bir mesele ile uğraşacak olursa sınır dışına atabileceğimizi anlatıyor.
Mustafa Kemal’in “fesat ve hıyanet yuvası” dediği Fener hakkındaki sözlerine devam eden Seyyid Bey, asırlardan beri bu devlet ve millet aleyhine bütün Rumları teşvik etmek gibi, yönetime karışmak gibi, mahkeme etmek gibi bir hükmü kalmadığını anlatır. Fener papazının sıradan bir köy papazı haline geldiğini ve resmi sıfatı kalmadığını söyler.
Sinop Milletvekili Rıza Nur söze girer. Mübadele hakkında bilgi verirken “Azınlıklar meselesi halledilmiştir.” der. Bu sırada Çorum vekili araya girer, Fener’in patrik ünvanını kullanmasına karşı çıkar.
Derken bir anda “Papa Eftim Efendi ne yapıyor?” sesleri yükselir ve Zonguldak Milletvekili Tunalı Hilmi Bey “Beş asırdan beri olduğu gibi…” der.
Adliye Vekili Seyyid Bey tekrar söz alır ve aynen şu yanıtı verir:
“Bu meyanda Papa Eftim Efendi’nin de ismi geçiyor. Fakat şunu arz edeyim ki efendiler, Papa Eftim Efendi hükümetin bir adamı değildir. Papa Eftim kendilerinin (Fener’in) doğrudan doğruya adamıdır. Maaşla muvazzaf kendi adamlarıdır.”
Şimdi TBMM tutanaklarına göre Papa Eftim’in 1923 yılının sonlarında Fener’den maaş aldığını bizzat Adliye Vekili Seyyid Bey anlatırken kendisinin hükümetin değil, doğrudan doğruya Fener’in adamı olduğunu söylüyor.
Dahası, Papa Eftim’in Fener’deki bir olayı ihbar ettiğini, bu ihbarı analiz etmekte olduğunu, bu ihbarın mücerret bir ihbardan ibaret kalması durumunda hükümetin bunu nazarı itibara almayacağını anlatıyor.
Kendisini “Cumhuriyetin kurucu kuruluşlarından biri” olarak konumlandıran Patrikhane’nin aslında ne kadar uç bir ifade kullandığını net bir şekilde görüyoruz. Üstelik Seyyid Bey kati bir şekilde ülkemizde din imtiyazı diye bir şey kalmadığını vurguluyor.
Hal böyleyken “Memlekete bir ordu kadar hizmet etmiştir.” gibi sözler bir yana Mustafa Kemal’e “Benden daha Türk’tür.” gibi sözler söyletmek affedilir bir şey değildir. Bu iki sözü de ortaya atanlar tıpkı bizim yayımladığımız TBMM tutanakları gibi esas kaynaklarla doğrulamak zorundadırlar.
Papa Eftim’in yayımladığı beyannameler ortadadır. TBMM önünde konuşma yapmış, kendilerini Türk Ortodoks olarak tanımlayanları düzenlediği kongrelerle bir araya getirmiştir.
Bunları övmekle olmayan şeyleri yazıp çizerek hele hele Mustafa Kemal’e “Benden daha Türk’tür.” dedirterek işin içerisine yalan katmanın hiçbir gereği yoktur.
Yayımladığım TBMM tutanaklarından bir kısmını daha yazarak bu konudaki bilgi, yeni belge ve değerlendirmeleri bayram sonrasına bırakıyorum.
İlk olarak, Seyyid Bey’in “…bugünkü Fener Kilisesi, dünkü Patrikhane…” ifadesine dikkat çekiyorum.
İkinci olarak, Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi Bey söze giriyor ve soruyor:
“Efendim resmi, gayri resmi her fasıl olursa olsun ortada devran eden bir söz vardır. Türk Ortodoksları namı altında Anadolu’da patrikhane tesis etmiş bulunuyorlar. Bunlar mübadeleye dahil midir, değil midir?”
Sinop Milletvekili Rıza Nur cevaplıyor[4]:
“İsterseniz mübadele edersiniz, istemezseniz size tabidir. Çünkü böyle mübadele ahkamında bir Türk Ortodoksları hariçtir, diye bir kayıt yoktur.”
Sadece bu soru ve cevapta analiz edeceğimiz çok şey vardır.
Şimdilik “Patrikhane, Kemalizm veya cumhuriyet icadı değildir.” diye yazan Çelikdönmez’e bir hatırlatma olsun.
Mustafa Kemal’in kurduğu ve adım adım “adam olmaya” yani “laikliğe” giden cumhuriyet, zaten kilise veya cami icat etmez. Bir savaşta vatanından yana tavır almak, kimseyi seçilmiş ve ayrıcalıklı yapmaz.
Bu milletin bütün evlatları, adını bilse de bilmese de şehit ve gazi torunudur.
Anlatılan hikayeleri yerle bir edecek ve bilginizi formatlayacak hiç açıklanmamış belgelerle buluşuncaya kadar…
Mustafa Kemal’e ve onunla birlikte vatan için bedel ödeyenlere selam olsun.
[1] Hablemitoğlu’nun vurgusudur.
[2] Sonraki gelişmelere göre şunu not düşmeliyim: Çelikdönmez, ABD’nin bu işe burnunu sokmasından şikayet ediyor. Yani eleştirdiği, desteklemediği bir durumu değil tam tersine devlete mâl ettiği bir politikayı doğrudan veya dolaylı olarak savunuyor.
[3] https://www.veryansintv.com/amiral-cem-gurdenizden-disislerine-tepki-lozan-ve-anayasa-ihlal-edildi/
[4] Rıza Nur bahsi geçince onun hatıratını söz konusu edenler olacaktır. Bu, doğaldır. Rıza Nur’un mübadele ve Türk Ortodoksları konusundaki tavrına ve hatıratı meselesine ilerleyen yazılarda geleceğiz.