İhtilal yapmak istediklerini kabul edenler “tanık” olarak yargılanıyorlardı. Bombalı eylemlere girişenler veya buna teşebbüs edenleri de sanki karşılarında erdemli bir filozof konuşuyormuş gibi dinlediler. Kürşad’ın torunları (!) tanık olarak geldikleri yerden güle oynaya çıktılar. Bombacılar insanın ölüm hakkının gereği olarak serbest kaldılar. Sonuçta insan hakları en önemli düsturdu.
Bombalı eylemleri engelleyecek olanlar ise sanık yapıldı.
Yanlış anlaşılmasın, Osman Yıldırım filan geldi aklınıza ama Ergenekon’dan değil; Bomba Davası’ndan söz ediyorum.
Her yerde sanıklarımızın nasıl vatan haini oldukları anlatıldı. Çok tehlikeliydiler. ABD’li patronlar “milliyetçi” diyordu sanıklar için ama mahkemelerde yargılanmaları için “azılı Komünist” olmaları gerekiyordu.
Sanıklar azılı Komünist olduklarına göre ne olursa olsun memleket anarşiye, teröre teslim edilemezdi. Ordunun içinde yer almaları ise asla kabul edilemezdi. TSK bunlardan derhal temizlenmeliydi.
Amerikan usulü demokrasi, sanıkların azılı komünist olmalarına bile müsamaha gösterecek kadar merhametliydi. Bunun için Zihni Paşa Köşkü hazırlandı. Daha ne olsundu?
TSK’de kurmay yarbay rütbesine kadar ulaşmış olan Talat Turhan en tehlikelilerdendi. En iyi o ağırlandı. Köşk’ün misafirlerinden Psikiyatrist Memduh Eren ise bir anayasa profesörü, bir hukuk profesörüyle köprüleri havaya uçuracaktı.
Tüm misafirlerin ayaklarına ve ellerine ultra demokratik zincirler takıldı ki Köşk’ü temizlemeye gelen hademelerle birlikte 87 ülkede ihtilal yapmasınlar.
Buna rağmen Memduh Eren’e entelektüel kişiliğine uygun olarak çok nazik davranıldı.
Ona birkaç şefkat tokadı atmışlardı ama adı üstünde, “şefkat tokadı”ydı bunlar. Köşk’te kaldığı ilk günler bol bol ıhlamur içirdiler. Bir gün, içtiği son ıhlamurun ardından demokrasinin bir gereği olarak önce eşi getirildi. Önce onun ırzına geçildi. Ertesi gün içtiği son ıhlamurdan sonra annesi geldi Köşk’e ve onun da ırzına geçildi ama bir sorun vardı.
Eren’in annesi yıllar önce ölmüştü.
Psikiyatrist olduğundan olsa gerek ıhlamurun içine LHD türünden meskalin katıldığını anladı. Gördüğü her şey halüsinasyondu.
Demokrasinin şövalyelerini yetiştiren CIA böyle şeylere “teknik sorgulama” diyordu. Modern bir zamanda yaşadığımız için işkencenin de adı, yöntemi, tekniği vs. değişmeliydi. Şövalyelerin Türkiye’deki çalışma arkadaşları her konuda olduğu gibi bu konuda da hayli çağdaş düşünceye sahipti. Teknik sorgulamayı Türkiye’ye getirip suçlu ilan ettikleri herkesin içinden geçtiler.
Yaptıkları işkencelerden dolayı aldıkları prime kendi aralarında “gıcırtı” dediler!
12 Mart’ın en önemli olayı olan Bomba Davası, sözde davayı açanların büyük bir hata yaptıklarını anlamasıyla “af süreci”ne girdi. Turhan bu davada herkesi çantada keklik zannedenlerin korkulu rüyası oldu. En korkunç işkenceleri de o gördü.
Dava açanlara dedi ki: Beni ya idam edeceksiniz ya da beraat ettireceksiniz.
Öyle ya, Türk milletinin asırlardan beri maruz kaldığı “oldubitti”lerden biri yapılacak, masum insanlar affedilerek dolaylı yoldan suçlu ilan edileceklerdi. Hiçbir sahte belge, bombalama olaylarıyla kurulmak istenen kurgusal bağlar, iftiralar tutmamıştı.
Baktılar ki hukuku perişan etmelerine rağmen galip gelemiyorlar, af kanunu çıkarıp affı reddetmeyi de yasaklayarak dolaylı yoldan suçlu ilan ettiler.
Davanın apar topar bitirilmesinin sebebi ise yalnız o günün konjonktürü değildi.
Talat Turhan, 80’den fazla ülkede karanlık işler çeviren emperyalist ABD’nin kirli sistemini mükemmel bir şekilde ifşa ediyor, adeta savunma yapmayarak mahkemeyi de cepheye dönüştürüp küresel çeteyle savaşıyordu.
Turhan sayesinde “kontrgerilla” ifadesi literatüre girdi. Bu ifade yanlış anlaşılmasın, kelimenin mucidi o değildir. O sadece bunu icat edenlerin sistemini ifşa ediyordu. Yine onun sayesinde “teknik sorgulama” adı altında işkence yapanların yaptıkları işkencelerden dolayı aldıkları ikramiyeye “gıcırtı” dediklerine kadar biliyoruz.
Gerçeğin belirtisi olduğu için her şeye olduğu gibi ABD’nin sistemine yalın bir şekilde bakmak gerekir.
Amerika’yı kontrol eden, onu beyni ve vicdanı olmayan bir deve dönüştürerek ülkeleri sömürmek üzere tirana çeviren küresel çetenin sistemi aslında sanıldığı kadar karmaşık değildir.
Eğitim her şey olduğuna göre Amerikan tedrisatından geçen her meslekten pek çok kişi bu sisteme hizmet edecekti. Buradan Amerika’da eğitim alanları suçladığım anlamını çıkarmayın. Resmi veya resmi olmayan adlarla 80’den fazla ülkenin askerini, polisini, akademisyenini, yazarını, kabadayısını bir araya getirip karanlık okullarda yetiştiren sistemden söz ediyorum.
Bir adamın nasıl bıçaklanacağını, başka bir adamın nasıl boğulacağını, kitlelerin nasıl birbirine kırdırılacağını öğrenen güvenlik mensuplarına bunu ülkeleri için yaptıklarını aşılayan ABD, onları kaos yaratmada etkin birer milis gibi kullanmıştır.
Karanlık arttıkça hainler kahraman, kahramanlar hain olmuştur.
Ergenekon, Balyoz ve bu kumpasların ilk denemeleri olan Bomba Davası gibi davalarla David Galula’nın “temizlik harekâtı” dediği işi yapmak istediler. Bir ülkenin işgalini önlemeye çalışanları, işgal durumunda ülkeyi örgütleyecek olanları, ülkeyi aydınlığa taşıyacak olanları ya öldürdüler ya da Talat Turhan gibi korkunç işkencelerden geçirdiler.
Kemalist aydınları “komünist” diyerek öldürdüler. Kemalist subayları “komünist” diyerek attılar. Öldürülenlerin arkadaşları katil olarak gösterilirken ihraç edilenleri başkalarını ihraç eden dinsizler olarak yaftaladılar.
Mağdur olanla mağdur edenin yerini değiştiren küresel çete zihinlerde gıcırtılar yarattı.
90’lara geldiğimizde yine aynı cinayetleri görüyoruz. Bu cinayetlerin ardında “teknik sorgulama” adı altında ABD’nin piyonluğunu yapanlar vardı.
O piyonlar 2000’lerde FETÖ’nün taşeronluğunu yaptılar. FETÖ ise ABD’nin sarıklı Gladio’suydu. Ceplerdeki gıcırtılar artınca zihinlerdeki gıcırtıları artırmaya giriştiler. Türkiye için savaşan kim varsa Gladiocu ilan edildi. Mehmet Eymür gibilerin başını çektiği piyonlar Ergenekon ve Balyoz kumpaslarının senaryolarını yazdılar.
İlham tabii ki ABD’den gelen gıcırtılardı!
Bu kez “temizlik harekâtı”nı başarıyla ulaştırdığını zannedenler yine korkunç işkenceler yapıyorlardı.
Bomba Davası nasıl bombalama eylemleri veya girişimleriyle başladıysa Şemdinli Olayları ile Ergenekon kumpası başlıyor; sözde aydınlar cepleri gıcırdaya gıcırdaya, teröriste dokunana “katil”, TSK’ye “örgüt” diye yazma cüretini gösteriyorlardı. Hapishane koğuşlarından Atatürk fotoğraflarını, Türk bayraklarını indirip teröristleri erdemli birer filozof gibi dinliyorlardı!
Çok cesurdular çünkü küresel çete sayesinde zafer kazandıklarını sanıyorlardı.
2013’ten sonra bir kez daha yanıldıklarını anladılar. Bu kez af da devreye giremezdi. Düne kadar Silivri’de yatanlara “darbeci” diyenler o tarihten sonra Silivri’ye selamları havada uçuşturdular.
Ama yemezler!
Hainler konuştuğunda büyük bir aşkla gözlerinin içine bakıp pür dikkat dinlemenin aşağılık duygusunu hayatlarının sonuna kadar yaşayacak olanlar, sözde darbelerin sahte belgelerini reddeden subayları mahkûm edip bombalı eylemlerini ballandıra ballandıra anlatan Osman Yıldırımları serbest bırakanlardı. Nasıl da geçmişteki kumpasçılara benziyorlardı!
Hafızası daima dipdiri olan Mustafa Kemal’in askerleri Ergenekon ve Balyoz kumpaslarında öyle savunmalar yapıyorlardı ki her biri Oval Ofis’te Sam Amca’ya ve Princess Otel’deki ofisinde Eymür’ün başına düşüyordu.
Pensilvanya ise panikteydi ve cinnet geçirmek üzereydi!
Dün psikiyatristlere işkence eden zihniyet bugün renk değiştirmiş olsa da sonunda dayanamadı ve 15 Temmuz’da intihar etti. Türkiye’nin geleceğini karanlığa boğmak için neredeyse asırlık emekle yaratılan bir ihanet hareketi, tek gecede ölümcül darbeyi yedi.
Kendi düşen ağlamaz. İhanete düşense bol bol ağlar!
15 Temmuz’daki kalkışmayı yürüten ekip kendine güya “Yurtta Sulh Cihanda Sulh Konseyi” diyordu.
Bakın, çok önemli bir noktadır burası.
Zihinleri ve kalpleri kapkara olanların yaptıkları her iş de kendileri gibi olacaktır. Bomba Davası’ndan önce ve sonra kendi koltuğunun derdine düşen generallerin hiçbiri Kemalist değildi. Ancak kendilerini böyle gösteriyorlardı. Buna karşın yaptıkları veya müsaade ettikleri eylemler Kemalizm’e karşıydı.
Karşı devrimciydiler yani.
Türkiye’yi her alanda küresel çetenin sistemine eklemlemek üzere ABD tarafından yetiştirilmiş herkes; Mustafa Kemal’in yaptıklarını yok etmeye kalkacak kadar akılsız, Kemalist görünmeye çalışacak kadar ahlâksız, küresel karanlığın arkasına sığınacak kadar yüreksizdir.
Günümüze gelelim.
Tuzla Piyade Okulu’nda yakasına Atatürk rozeti takmayan sızıntılarla Mustafa Kemal’in yetişmekte olan teğmenleri arasında arbede yaşanmıştı. Olay mahkemelere, disiplin kurullarına taşınmıştı. Geldiğimiz son noktada bulunan çözüm her iki tarafın da ihraç edilmesinde bulundu.
Oysa “çözüm” adı altında tasarlanan şey çoktan kurgulanmıştı!
Biz Türk gençleri için subaylık bambaşka bir hayat, bambaşka bir meslektir. Bir aşk, bir tutkudur. Bu tutku üniformalı üniformasız her Türk gencinde en ateşli bir şekilde yaşanır. Oysa yakasına Atatürk rozeti takmayanlar birer canlı bombaydı. Sözde davaları adına Okul’a gönderilip infilak ettirildiler. Onlar kendileri için kutsal olan bir şeyi yaparlarken Mustafa Kemal’in teğmenlerine de zarar vermiş oldular.
Bu bir mesajdır. Başka türlü bir bomba davasıdır.
Bu seferki canlı bombalarla şunu sağlamaya çalıştılar: Harp okullarından Atatürk’ü silmeye çalışırken hocaları, öğrencileri, velileri baskı altına almak.
Bu olayı asla ve asla “bir sağdan, bir soldan” zihniyetiyle özdeşleştirmeyiniz. Türk gençlerinin birbirine kırdırılmasıyla canlı bombaların zihinsel anlamdaki intihar eylemleri aynı şey olamaz.
Dikkatinizi çekerim.
Suudi Arabistan’da Atatürk’süz cumhuriyet kutlamaya kalkanlar bugün de Atatürk’süz harp okulları yaratmaya çalışıyorlar.
Ve şimdiden Atatürk’süz yeminler tasarlıyorlar!
Türk milletinin zihnindeki gıcırtı mutlaka ama mutlaka bitecektir. Bu, kaçınılmazdır. Yalnız şunu biliyorum ki ulusal uyanışın ilk zamanlarında; bu ülkede kanına girilen, geleceği çalınan, ekmeği elinden alınan ama her şeye rağmen umudunu, mücadele azmini yitirmeyen herkesin hatırası için bir pişmanlık ve utanma duygusu yaşanacaktır.
Ve son olarak…
Bu topraklara çok hain gömülmüştür. İhanet yoktur ki cezasız kalsın. Ne var ki başarıya ulaşamayacağı hâlde kendi vatanına ihanet edenlerin çaldığı her saniyemiz için kahrolmamak elde değildir.
Bir ölüp bin dirilen Talat Turhanlara, Eşref Bitlislere, Cem Erseverlere selam olsun.
NOT: Ön izlemedeki fotoğraf, Vietnam’daki Yeşil Bereliler ve onların yetiştirdiği Vietnam Özel Kuvvetleri mensupların aittir. “Yeşil Bereliler”in bir kısmı Vietnam Savaşı sırasında berelerini çıkarıp halkın arasına karıştılar. Yetiştirdikleri Vietnamlı Özel Kuvvetler mensuplarıyla birlikte birçok suikast, yaralama, bombalama faaliyeti gerçekleştirdiler. Tabii ki Amerikan işgaline direnenlere karşıydı tüm bunlar.