Aslında bugünkü yazının konusu başkaydı ama o konuyu ileri bir tarihe erteledim. Fatih Altaylı’nın hakkında resen soruşturma başlatıldığını öğrendim, ardından devletlü (!) Rasim Ozan’ın konuyla ilgili yorumunu okudum. Böylece konu yeniden “Oded Yinon Planı” ile ilgili yazılarımda ifade ettiğim noktaya geldi.

Oded Yinon Planı yazılarında dikkat çektiğim noktalardan biri şuydu: İsrail’in Filistin’e karşı yürüttüğü operasyonlar ve bu operasyonların şiddet, Müslüman topluluklarının birleşmesini değil de yöneticilerinden halkına kadar bölünmesini sağlar. İsrail’in sahadaki operasyonlarından çok saha dışındaki operasyonları önemlidir.

Mesela değindiğim noktalardan biri de Filistin meselesinin İslam dünyasını radikal İslam’a sürüklemesiydi. Irak bunun örneklerinden biriydi. İran’daki İslam Devrimi sonrası halkın sokakta Filistin’i sloganlara taşıması da bir başka örnekti. Carter’ın İsrail-Filistin barışı ile ilgili çalışmalarıysa boşuna sekteye uğramamıştır.

Türkiye’de de kımıldanmalar oldu.

Kulüpler karşı çıkmasına rağmen FB-GS derbisi Riyad’a götürüldü, bu iki kulübe de ileri demokrasinin tadına baktırıp bunu kabul ettirdiler. Ardından “Atatürklü tişört” krizi ortaya çıktı. Millet oynanmak istenen Atatürksüz cumhuriyet oyununa karşı net tepki gösterdi.

Fırsat bu fırsat hilafetçiler de Filistin bahanesiyle sokağa döküldüler. Emniyet güçlerinin “silahlanmaya meyilli” olarak rapor ettiği Hizbu’t-Tahrir, IŞİD’in de kullandığı bayraklarla -devletlü (!) Rasim buna İslam bayrağı diyor- kendi çapında devlete meydan okudu. Yani Filistin meselesi bir kez daha bir başka ülkede kaos ve ayrılık çıkması için kullanıldı.

Şimdi Fatih Altaylı’nın, şeriatçı bir vatandaşı yumruklayan Türk genciyle ilgili “Eline sağlık” yorumu üzerine hakkında başlatan “kin ve nefrete teşvik” soruşturmayla ilgili devletlü (!) Rasim’in yorumuna bakalım:

Rasim Ozan’a göre Altaylı, DEVLET’in adamıymış (Büyük harfli vurgu ona ait). DEVLET içinde Altaylı’yla ilgili hazırlıklar varmış. DEVLET’in bir kısmı onun yanındayken DEVLET’in muhafazakâr kanadınınsa şalteri atmış, Altaylı’nın üstünü çizmiş.

Rasim aynı zamanda “Rejimin muhafazakâr kanadı” gibi ifadeler de kullanıyor.

Tıkır tıkır işletilen bir “bölme-ayırma” politikası yürürlüktedir. Buna göre CIA ve MOSSAD’ın hedefi tam da Oded Yinon’un kafa yapısını yansıtmaktadır.

Son yazılarımda devlet ve milletin birbirinden ayrılmak istendiğini anlatmıştım. Şimdi devletin aslında zayıf olduğunu, aslından uzaklaştığını, kendi içinde çatışma yaşadığını şuurlara yerleştirmeye çalışıyorlar.

Hâlbuki devletin takke ya da şapka giymesi onu aslından uzaklaştırmaz. Devlet nasıl davranması gerekiyorsa öyle davranıyordur.

Rasim’in yaptığı açık ve net bir itiraftır: Tıpkı FETÖ gibi devletin birçok kurumuna sızan bir “paralel yapı” daha vardır ve bunlar devleti ele geçirmeye çalışmaktadır.

Devletin yok o kanadı, bu kanadı… Devletin aklı birdir ve kanatlar uyum içinde hareket etmek zorundadır. Kanatlar birbirinden uyumsuz hareket ediyorsa ortada uçmakta olan bir cisim yoktur, düşmek üzere olan bir cisim vardır.

İşte Türk milletinin bilinçaltına bu düşüş yalanını yerleştirmeye, onu güvensizliğe ve birbirine karşı kine, nefrete tahrik etmeye çalışanların yapmaya çalıştığı şey budur.

Mesela “Anayasa Mahkemesi” ve “Yargıtay” tartışmaları da başka bir hâl aldı. Hukukçular bir konuşuyorsa siyasetçiler ve dış kapının mandalları on konuşuyor.

Hukukun ne kadar uygulandığını oturup tartışabilirsiniz ama özellikle “Ben hukuk devletiyim.” diyen bir devlet için adaletin ve adalet kurumlarının birliğinin önemini tartışamazsınız.

Yargıtay bir grubu serbest bıraksın, Anayasa Mahkemesi başka bir grubu sevindirsin. Sonra el ele 80’e geri dönelim.

Eğer başta askerler olmak üzere her eski ve mevcut devlet görevlilerine en ufak bir eleştiride “darbeci” denmeseydi, siyasetçiler de neoliberallerin ekmeğine yağ sürüp Fullerlerin önünde ceket ilikleyerek devletin refleksini kısıtlamasaydı bugün psikolojik açıdan çok daha rahat bir ülkede olacaktık.

Ama ülkeyi bekâ korkusuyla yönetmeye kalkanlar -anladılar veya anlamadılar- korku ikliminin hüküm sürdüğü yerde mutlaka var olacak Siyonistlerin bunu ne şekilde kullanacağını hesap edemediler.

Kibirleri yüzünden yaptıkları hiçbir yanlıştan da dönmediler.

Bir önceki yazımda da yazdığım gibi Türkiye’nin ölüm fetvası demek olan politikaları uygulamaya koyamayan ABD, Türkiye’ye savaş açalı çok olmuştur. O ülkenin benim ülkeme kaybettirdikleri ise konuşulmamış, TSK derdest edilerek kayıpların hesabı ve sorumlusu olarak gösterilemk istenmiştir.

Neoconlar ve Siyonistler muhalefete düşmezler. İktidarı kaybettikleri anda kaos için harekete geçerler.

Onlar için asıl hedef aslında rejim de değildir.

Onlar için asıl hedef, politikaları ve esas hedefleri için yaşayan ülkeler yaratmaktır. Bunu yapıyorlar da…

Ancak Mustafa Kemal’in ülküsü ve milletin asırlara dayanan tarihi Türkiye’deki birçok oyunu -bazen Allah’a emanet gitse de- bozuyor.

Allah da işlere bir yere kadar karışır.

“Teğmenler Cuntası” iftirası, “Atatürksüz cumhuriyet kalkışması”, hilafetçilerin sokağa dökülmesi, tescilli FETÖ’cülerin devletin adamı gibi davranmaya kalkması, terör ve verdiğimiz şehitler, yeraltı dünyasının millete yansıyan yansımayan kaotik potansiyel taşıyan faaliyetleri, kafaların içindeki buram buram bölünme, sosyal medyanın yarattığı büyük kopukluk ve asosyallik, ilkokullara kadar inen çete faaliyetleri, yine küçük çocuklara kadar indirilen mafya özentiliği, TV’lere yansıyan ve akıl sınırlarını zorlayan ahlâksızların cinsel ilişkileri ya da cinayetleri, en önemlisi de iç cephedeki ihanetler, daha birçok şey…

Ne güzel kaynaklardan beslenmişiz, besleniyoruz. Değil mi?

Şu günlerde ne kendinizi kutsayın ne de başkalarını…

Kimsenin kahraman olmadığı, kahramanları da kimsenin dinlemediği bir zamandayız.

2013 öncesinin hasretiyle yananlar, ikinci bir hayal kırıklığına hazırlar mı?