Atatürk’ün İdeallerine İhanet: Çiçero ve Papa Eftim’in Gerçek Yüzleri

Devlet adamı, yazar ve filozof Çiçero’yu mutlaka bilirsiniz. Roma’nın büyük hatibi Marcus Tullius Cicero dünya tarihinde adını unutulmazlar listesine yazdırmıştır.

Bizim yazımıza konu olan kişi ise kendisi için “Çiçero” takma adını kullanarak kahramanmış gibi göstermeye çalışan çakma Çiçero, Elyasa (İlyas) Bazna’dır.

1962 yılında yazdığı “I was Cicero” (Ben Çiçero’ydum) kitabında kendisini İkinci Dünya Savaşı’nın en büyük casusu olarak tanıtırken sıklıkla da Türk milliyetçisi olduğuna yönelik söylemlerde bulunuyordu.

Oysaki 16 yaşında Fransız ordusuna yazılan ancak hırsızlık yaparken yakalandığı için mahkum edilip çalışma kampında üç yıl hapis cezası çeken Priştinalı Bazna ülkesi işgal edilince Türkiye’ye kaçıp gelmiş ve sonraki dönemde Fransa daha sonra Türkiye’deki büyükelçiliklerde kapıcı, şoför ve koruma görevlisi olarak çalışmıştı ancak bundan pek bahsetmiyordu.

2. Dünya Savaşı sırasında İngiliz Büyükelçiliği’nde çalışırken Alman istihbaratı kendisiyle temas kurdu ve onu kullanmaya başladı. Bazna işte o günlerde kendisine “Çiçero” kod adını verdi ve Almanlar adına casusluk yapmaya başladı.

Bazna, etrafındakilere Çankaya Köşkü’nde Mustafa Kemal’in yanında askerlik yaptığını anlatıyordu ama gerçekte böyle bir ne kayıt ne de tanık vardı. Kendisine itibar katmak ve daha inandırıcı olmak için olayları çarpıtarak tıpkı Papa Eftim gibi Mustafa Kemal’in adını kullanıyordu.

Almanlara casusluk yapan bu adam (Sonrasında daha fazla para kazanma hırsıyla İngilizlere de çalıştı) her zaman olayların bağlamını değiştirerek tarihi olayları, kendi zamanının sosyo-politik bağlamından kopartarak farklı bir anlam içinde sundu. Olayları ve kendisini olduğundan öylesine farklı gösterdi ki günümüzde bile ülkemizde bunu gerçek zannedip “Çiçero: Yüzyılın En Büyük Casusluk Hikayesi” adıyla filmini bile yaptılar. Başrolde ise şimdi Etimesgut Belediye Başkanın olan ve başarılı oyuncu Erdal Beşikçioğlu oynamıştı.

İngiliz Büyükelçiliği’nde uşaklık yapan “kavas” Elyasa Bazna ile temas kurma görevi verilen Alman Büyükelçiliği’nin istihbarat görevlisi Moyzisch’e Çiçero’nun karakteri, kişiliği ile ilgili kanaati sorduğunda onun maceraperest, kibirli, hırslı, alt tabakada olmayı hazmedemediği için son derece tehlikeli olabilecek yapıda olduğunu rapor etmişti.

Almanya’da gece bekçiliğinden emekli olan, 1970 yılında Münih’te vefat etmeden önce yazdığı kitabında ve verdiği röportajlarda savaş sonrasında İlyas Bazna, kendisini Türkiye’nin ve hatta Cumhuriyet’in bir savunucusu gibi lanse etti. Oysa casusluk faaliyetleri, Türkiye’nin çıkarlarına değil, kendi maddi kazancına yönelikti.

Bazna, casusluk faaliyetleri sırasında ve sonrasında, yaptıklarını ve kendisini MİLLİYETÇİ BİR KİMLİĞE büründürmek için Türkiye’nin “güçlü bir devlet” olması gerekliliğiyle ilişkilendirdi. Onun söylemlerinde, Nazi Almanyası’na bilgi satarak Türkiye’nin bağımsızlık politikasına katkıda bulunduğunu iddia ediyordu. Ancak bu iddialar asla gerçeği yansıtmıyordu çünkü Bazna sadece kişisel maddi kazanç sağlama amacı güdüyordu ve Türkiye’nin çıkarlarına hizmet eden bir davranış sergilemiyordu.

Çiçero yani Bazna casusluk faaliyetlerini yürütürken kendini Atatürk’ün Cumhuriyet idealleriyle uyumlu bir kişi gibi göstermeye çalıyordu.

Mustafa Kemal Atatürk’ün, Türkiye Cumhuriyeti’ni milli egemenlik ve bağımsızlık üzerine inşa ettiği ilkelerinin tam tersi davranış sergileyen Bazna, Atatürk’ün bu değerlerini, aslında yaptıklarıyla örtüşmeyen şekilde kullanarak, casusluk faaliyetlerinin bir tür “cumhuriyet kahramanlığı” olduğunu iddia etmeye çalışıyordu.

Oysa Bazna’nın eylemleri tam tersine, bireysel kazanç ve ahlak dışı davranışlarla doluydu. Atatürk’ün devrimci ilkeleri, bağımsızlık ve şeffaflık üzerine kurulu iken İlyas Bazna bu ilkeleri kişisel çıkarları için sürekli çarpıttı.

Türkiye’deki cahil bir kesim sırf milliyetçilik duyguları okşandığı için bu adamı kahraman gibi görmeye, yazmaya ve anlatmaya bayıldı.

Hırsızlıktan sabıkalı bu adamın Kemalist ilkeleri kökünden sarsarak değersizleştirdiğini görmek istemediler ya da göremediler.

Şimdi gelelim Mustafa Kemal ile ilgili uydurulan tarihi çarpıtma ve cumhuriyet devrimlerini, ilkelerini değersizleştirip yalanlarla bezenmiş bir diğer kişiye.

O da kendisini milliyetçi azizler sınıfına çıkartan asılsız çarpıtmalarla dolu ve Teoman Ergene müstear isimiyle bir kitap yazdı (Bu kitabı onun yazdığı, torunları tarafından da uzun süre sır gibi saklanmıştır.)

Anlattıklarına sadece Türk milliyetçileri değil, Yunan milliyetçileri de bu yalanlarla örülü sözlere inandı. Bir taraf kutsadı diğer taraf ise her fırsatta Mustafa Kemal’e onun üzerinden hakaretler etmeye devam ediyor. Ne de olsa Eftim’in Rum mezarlığındaki mezar taşında Mustafa Kemal’e aitmiş gibi yazılan “Ne Mutlu Türküm diyene!” sözü değil, “Papa Eftim bu ülkeye bir ordu kadar hizmet etmiştir.” diye yazılmıştı.

Böylece bir oldubittiyle hem Kemalistler hem de koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti, mezarlığın ve Eftim’in koruyucusu sorumluluğuna sokulmuştur.

Cumhuriyet’in ve milli mücadelenin en önemli kahramanı mertebesine oturmak için tarihi çarpıtan Papa Eftim kişisine gelelim.

İki örnek arasındaki benzerliklerin değerlendirilmesini de sizlere bırakıyoruz!

Önceki yazılarda olduğu gibi…

Haydi, başlıyoruz!

Gölgelere saklanan yalan simsarlarının bir ayak üstünde söyledikleri bin yalandan biri, Türk Ortodoks Kilisesi’nin Mustafa Kemal’in emriyle kurulduğu, Ankara’nın bu işin merkezinde olduğudur. Oysa gerçek böyle değildir.

Bu yazıda, Ankara’nın bu konudaki tavrını da daha iyi anlayacaksınız.

Daha önce de kendi yazdığı kitabından örnekler verdiğimiz Kayserili bir papa ve aynı zamanda mübadil olan Neofitos şu dörtlüğe yer verir:

“Üç despotlar sürülmüşler geldiler

Hayli vakit Kayseri’de kaldılar

Papa Eftim’e de cevap verdiler

Türk Ortodoks’u olmayız, deyu”

Kimdir bunlar?

Namıdiğer Papa Teoman Ergene’nin “İstiklal Harbinde Türk Ortodoksları” kitabında anlattığı üzere Türk Ortodoks Kilisesi’nin kurulduğu Zincidere Manastırı’na katılan Prokobiyos, Meletiyos, Yervasiyos gibi isimler, Papa Eftim’in elinde el bombalarını görünce birdenbire Türk olmaya karar verdiler (!).

Tarihi çarpıtma üstatlarından Namık Kemal Zeybek’in son yalanı, bu kilisenin ilk patriğinin Papa Eftim olduğuydu.

Bakalım Papa Eftim’in çıkardığı “Anadolu’da Ortodoksluk Sadası” isimli gazete, kilisenin ilk patriği hakkında ne diyor:

Görüleceği üzere Umum Türk Ortodokslarının ilk patriği Konya Metropoliti Prokobiyos’tur. Prokobiyos’a dair çok şaşıracağınız, aynı zamanda çok kızacağınız bir bilgi verelim.

Güya Türk Ortodoks’u olan Konya Metropoliti Prokopios Lazaridis, İzmir Metropoliti Hrisostomas’a çok yakından destek verdi. Milli mücadeleye karşı yapılan ve tarihe “Konya Ayaklanması” (1920) olarak geçen ihanet hareketiyle ilgili olduğu için hapse atıldı.

Papa Eftim, amcazadesinin Pontusçu olduğu için asılmasından bahsederken Prokopios’un da hapse atıldığını anlatır.

Ve 1921 yılında Türkiye’deki Rumları Yunan lehine teskin etmeye çalıştığını gördüğümüz Prokopios, 1923’te hapse atıldı. Nisan ayında Kayseri’deki hapishanede öldü.

Şunu da belirtelim: Prokopios’un zoraki patrik olduğunu bilen Fener Rum Kilisesi, Prokopios’a en ufak bir disiplin cezası uygulamadığı gibi Fener’e bağlı kalmaları şartıyla özerk bir kilisenin kurulmasını kabul etti.

Ancak…

Kafaları karıştıracak bir ayrıntıdan da söz etmeliyiz: Prokopios öldüğü zaman cenazesine katılan İstamat Zihni, Prokopios’un ardından “Sen Fener’in faaliyetlerine hiçbir zaman katılmadın.” diyerek onu övüyor. Kendisine anlayış gösteren ve Türkçe ayin yapmasına izin veren Meletios ise onu isyan etmekle suçluyor. Prokopios ise hayattayken Fener’e “Bize haksızlık ettiler.” diyor.

Biz ise buna tiyatro diyoruz!

Fener ve İstamat Zihni tiyatro oynarken belki doğruyu söyleyen tek kişi, Konya Ayaklanması’na katılan ve İzmir metropolitiyle çevirdiği işler Türk devleti tarafından unutulmayarak iki kere hapsedilen Prokopios’tu.

Oysa ne Fener’in ne de İstamat Zihni’nin, Prokopios’un icraatlarını bilmemesi mümkün değildir.

Noel Baba’nın cini Muammer Karabulut’un komedi platformu “5G Vırus News” sitesinde yazdığı “ABD Derin Tarihi” başlıklı yazıdaki zırvalarını anlattık. Kendisi bu zırvaları, “Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni Patrikhane’ye (Mi) Yıktıracaklar?” adını taşıyan kitabında da anlatıyor ve yüzü kızarmadan büyük bir soğukkanlılıkla şöyle yazıyor:

“…ne yazık ki yanılgı sonucu Ortodoks Hristiyan olan herkesin mübadele kapsamına alınması, Türk olan Ortodoks ahalinin de zorunlu olarak Yunanistan’a gitmesine sebep olmuştur.”

Türk Ortodokslarının mübadele kapsamına alınması yanılgıysa Prokopios gibilerin patrik seçilmesi, Türkiye’de bir kilisenin başına geçirilmesi, üstelik buna zorlanması nedir?

Bu arada Karabulut’un kitabının adına cevaben Mustafa Kemal’in Nutuk’ta millete korku ve ümitsizlik aşılayanlara söylediği sözleri tekrar hatırlayalım: “Böyleleri biz adam değiliz ve adam olamayız derler.”

Türkiye’ye yıkılacağı sonunu biçtiniz, yıkacak el mi seçtiriyorsunuz Türk milletine!

TOP’unuz gelin!

“Anadolu’da Ortodoks Sadası”nın verdiği bilgiler arasında, Papa Eftim’in kongreye davet edildiği de yazıyor. Burası kafanızı karıştırabilir ve şunu sorabilirsiniz: Kongreye davet edildi mi yoksa bu kongreyi o mu düzenledi?

Çünkü her yerde, Papa Eftim’in bu kongrenin düzenlenmesi için çok çaba harcadığını okursunuz.

Yukarıdaki iki sorunun da cevabı “evet”tir.

“İstiklal Harbinde Türk Ortodoksları” kitabına göre bombalı tehditle psikoposları bir araya getiren Eftim, kongre zamanı gelince hasta olduğunu bahane ederek kongreye katılmıyor. Bunun üzerine tedirgin olan cemaat, güya onu çok sevdiği için gelip kendisine yalvarıyor. O da kongreye katılarak ateşli bir konuşma yapıyor.

Buradaki durumun tek bir cevabı vardır: Kendisini şüpheyle izleyen Ankara’ya Anadolu Ortodokslarının Türk kilisesi kurmakta ne kadar samimi olduğunu göstermek.

Le Petit Parisien gazetesinden Jean Schlicklin’e verdiği mülakatta Adliye Vekili’nin neler söylediğini hatırlayalım:

“Papa Eftim, bazı toplulukların vekili sıfatıyla hükümetten Fener Patrikhanesi ile bağların koparılmasını talep etti. Anadolu’daki bazı kiliselerden Adliye Vekaleti’ne gönderilen telgraflar da bu tanımayı talep ediyor. Ancak bu talepleri resmi olarak göremeyiz. Papa Eftim’in böyle bir girişimde bulunma yetkisi yoktur ve bunu ona açıkça belirttik. Tüm topluluk resmi olarak bir araya gelip de böyle bir kilise kurma kararı aldığında ve tüzüklerini hükümete sunduğunda, o zaman hükümet bir karar alabilir.

Papa Eftim, Türk Ortodoksları adına yetkisini aşan işlere karıştı. Hükümet onu tutumunu düzeltmeye zorladı. Örneğin, papazlar atamak istedi, onu kesinlikle engelledik. Hükümetin yeni patrikhaneyi kuran bir yasa önerdiği yönünde bir haber yayıldı. Bu haberin hiçbir temeli yoktur. Hükümet, bu konuda izlediği politikaya sadık kalarak ancak toplulukların kendileri tarafından düzenli ve fiili olarak kurulan bir Türk Ortodoks Kilisesi’ni tanıyabilir. Biz, işler böyle olursa memnun oluruz. Ancak tekrar söylüyorum: Kesinlikle bu işin organizasyonuna karışamayız.”

Adliye Vekaleti’nin 1923 yılında Papa Eftim’e bakış açısını birazdan bir kez daha hatırlatacağız.

Şimdi Ankara’nın bu açıklamasını madde madde kısaca değerlendirelim:

1- Papa Eftim’in Türk Ortodoks Kilisesi kurma yetkisinin olmadığı vurgulanıyor. Teoman Ergene müstearıyla yazdığı kitapta da Fener’i basan Papa Eftim’in Ankara nezdinde temsilcilik görevi aldığını okuruz. Bu durumda Eftim’in Fener’i işgal etmesindeki esas sebebi de anlıyoruz. Kendi kongresine kendisini davet ettiren Eftim nasıl bir algı yaratmaya çalıştıysa Fener’i işgal ettiğinde de buna her zaman olduğu gibi milli dava süsü verdi.

2- Ankara’nın kilise kurdurduğu iddiasına karşı daha kilise girişimi olmadan Adliye Vekili’nin cevabı nettir. Ankara, düzenli -ki bunu samimi olarak algılamalısınız- bir çalışmayla kurulursa kiliseyi onaylayacağını söylüyor.

Ensar Çetin’in yazdığı ve ön sözünü Sevgi Erenerol’un kaleme aldığı “Toplumsal Bütünleşmemizde Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesi” kitabının ekler kısmında kilisenin kuruluşuna dair Adliye Vekili imzalı evraklar vardır. Bu evraklara hiçbir yorum getirilmeyerek ve birçok çalışmada olduğu gibi Ankara’nın gerçek tavrı anlatılmayarak kilisenin Ankara tarafından kurulduğu algısı yaratılır.

3- Papa Eftim ve Ankara’nın aynı görüşte olmadığını görüyoruz. Üstelik Papa Eftim, yürütmek istediği faaliyetler açısından Ankara tarafından engellenir ama en önemlisi “Kilisenin Ankara tarafından kurdurulduğu” iddiasının daha o dönemden yalanlanmasıdır. Adliye Vekili böyle bir haberin yayıldığına vurgu yapıyor.

Bu haberi kimin yaydığını yazmaya gerek var mı?

Stefo Benlisoy ve Foti Benlisoy’un “Hristiyan Türkler” kitabında Zincidereli Çalıkoğlu’nun Türklük fikrine nasıl baktığını dolaylı anlatımla okuruz. Kullandığı kaba ifadelerden olacak fikirlerinin tam metniyle verilmediğini görürüz. Ancak mübadele draması yazan sahtekarların gerçek yüzünün daha iyi anlaşılması için biz doğrudan anlatımla yazalım. Aynen şöyle diyor Emmanuel Çalıkoğlu:

“Kapadokyalılar mübadeleye tabi tutulduğunda Eftim Efendi’nin teşvikleri ve tavsiyeleri kalplerimizde hiçbir yankı bulamadı. Bizler kendimizi Yunanlılar olarak görüyor ve binlerce yıl öncesinden gelen vicdanımızın sesine itaat ediyorduk. Zenginliklerimizi çiğnedik çünkü Eftim’in vaatlerini kabul etseydik burada kalacaktık. Ancak yerimizde kalıp barbar işgalciyle yaşamaktansa Yunanistan’da yoksul olarak özgür olmayı tercih ettik.”

Bu açıklamayı da kısaca analiz edelim:

1- Papa Eftim, daha önce belirttiğimiz gibi Ankara’nın mübadele kararına muhalefet ediyor. Diyor ki “Türk’üz” deyin. Türk’üz derlerse mübadeleden kurtulacaklarını iddia ediyor. Oysa Çalıkoğlu’nun bir başka mübadil Kayserili Papa Neofitos gibi tavrı ortadadır.

2- Mübadele üzerine drama yazanların kendileriyle çeliştikleri ortaya çıkıyor. Papa Eftim’in “Türk’üz derseniz kalırsınız.” vaadini sorgusuz doğru kabul edelim. “Büyük bir hatayla Türk Ortodokslar gönderildi.” şeklindeki dramaya ancak timsah gözyaşı dökülebileceği de anlaşılmış oluyor.

Şimdi burada gericilerin “Müslüman olmayan Türk, Türk değildir.” zırvalarını kendisine kalkan yaparak mağduriyet yaratmaya çalışanlara kısaca cevap vermek gerekir.

Bir insanın samimiyetle Türk olduğunu hissetmesi; Türk diline, Türk kültürüne, Türk gelenek ve göreneklerine tam bir sadakatle bağlı olması, kısaca Türklük şuurunu taşıyor olması yeterlidir.

Bu tanıma göre Çalıkoğlu’nu, Papa Neofitos’u, Serafim Rizos’u Türk kabul edebilir miyiz?

Şöyle mi yapmalıydık: “Sizi mübadeleyle göndermiyoruz çünkü siz Türk’sünüz. Kabul etmezseniz aha size el bombası…”

Noel Baba’nın cini, inanç turizmcisi Muammer Karabulut’un hadsizce “Atatürk’ün hatasıyla ulus olamadık, laik olamadık.” zırvalarına şimdi ne gözle bakacaksınız?

19. yy., Osmanlı İmparatorluğu’nda birçok tebaanın milliyetçiliğinin yükseldiği bir yüzyıldır. Bu yüzyılda -diğer milletlerden daha geç olarak- Türk milliyetçiliği de yükselirken Kapadokya’dan Mavrofridis, Levidis, Pavlos Karolidis, Aristovoulos gibi isimler Yunanların milli değerlerini Karamanlılara aktardılar. Onlara göre bu, yeniden bir uyanıştı.

Tek farkları şuydu ki Türkçe konuşmaya, Türkçe yazmaya devam ediyorlardı.

Bu konuyu araştıranların birçoğunu şaşırtan nokta da budur. Oysa şaşırılacak bir şey yoktur: “Gerçi Rum isek de Türkçe söyleriz.” diyen Karamanlı nasıl Türkçe konuşan Rum olduğunu söylüyorsa Ermenice, Rumca, Süryanice, Kürtçe konuşan Rumlar için de aynı durum geçerlidir.

İmparatorluklar her ne kadar ulus devlet olmasalar da kurucu unsurun kültürü mutlaka diğer toplulukları da etkiler. Mübadeleyle gönderilenlerin hangi imparatorluğun kültürünü benimsediğini mübadillerden örnekler vererek anlattık, anlatmaya devam edeceğiz.

Konuyu şöyle özetleyelim: Bir topluluğun Türk olup olmadığını ispatlamak milli bir vazife değildir, bilimsel bir meseledir. Bunun dışına çıkarsanız gerçekle karşılığı olmayan zırvalar üreterek Mustafa Kemal’i Karabulut cininin yaptığı gibi en olmayacak şeylerle itham etmiş olursunuz ki bu da cevapsız kalacak bir şey değildir.

Daha önce birkaç kez aktardığımız şu alıntıyı tekrar aktaralım:

Aristovoulos gibilerin Karamanlıları birer Yunan olarak yeniden canlandırmaya çalıştığı dönemde “Anadolu Ortodoksluğu”nu yeniden Kayseri’ye taşıma maksadını sorgulamak gerekir. 

Ve Papa Eftim’in Serafim Rizos’a verdiği cevabı da unutmayalım: “Maksat, Serafim Efendi, köprüyü geçelim.”

Köprüyü geçen muzaffer Türk orduları değil de Yunanlılar olsaydı, ne olurdu?

Aklı ve vicdanı işler durumda olan herkes için bunun cevabı bellidir.

Eğer Yunanlılar galip gelseydi, 1923’te Adliye Vekili Seyyid Bey’in ifadesiyle hâlâ Fener’den maaş alan ve hükümetin değil, Fener’in adamı olan Eftim’in kilisesi ancak Fener’e bağlı bir yer olmaya devam ederdi. Eğer mübadele yapılarak Çalıkoğlu gibiler memleketten sürülmedikleri gibi Fener’in ihanetlerinden sonra merkez belki Kayseri olur, bu sefer de aynı faaliyetler Anadolu veya Türk Ortodoksluğu adı altında devam ettirilirdi.

Şimdi gelelim belki de en can alıcı noktaya.

Papa Eftim hakkında uydurulan “Bir ordu kadar hizmet etti.” sözünü yazanlardan biri olan Hikmet Yavuz Ercan, “Fener ve Türk Ortodoks Patrikhanesi” başlıklı makalesinde bakın ne yazıyor:

“Önceleri Papa Eftim’in yakın arkadaşı olan İstimat Zihni (Özdamar), İstanbul’a gelince hele yine Papa Eftim’in tavsiyeleriyle milletvekili olunca Fener’le anlaştı. Arkasından hastanede (Balıklı Rum Hastanesi) Papa Eftim taraftarı olanları birer birer çıkardı. Hatta Baştabip Yusuf Petraki Bey’i de işten uzaklaştırarak hastanenin idaresini tamamen kendi eline aldı.”

Demek ki köprüyü geçmek derdinde olan bir tek Papa Eftim değildi!

Makalenin yayımlanma tarihi 1967’dir. Ercan’ın makalesinden anlaşılan, İstimat Zihni’yle ilgili bilgileri verenin yine 1 yıl sonra ölecek olan Papa Eftim olduğudur.

Şunu da eklememek olmaz: “Baba Eftim bu memlekete bir ordu kadar hizmet etmiştir.” sözüne dair Ercan da Ali Karakurt’un kitabına atıf yapar. “Fener Patrikhanesi’nin İç Yüzü” kitabında Karakurt da kaynak vermez. “Atatürk’ün övgüsüne mazhar oldu.”, “Atatürk böyle dedi.” diyen kimse şu ana kadar bir resmi belge ortaya koymuş değil.

Ne TBMM tutanaklarında ne söylev ve demeçlerinde ne de Nutuk’ta böyle bir şey yoktur. Pontus meselesini anlatırken Eftim’in de İstimat Zihni’nin de adı geçmez. Hele Antalyalı Filip şimdilik bir hayalet gibidir.

Bu yazarların referans vermeyerek sakladıkları kişiyi ben size söyleyeyim: Teoman Ergene!

Eğer Papa Eftim “Teoman Ergene” adıyla bir kitap yazarak tarihi istediği gibi kurgulamasaydı araştırmamacı yazarların hiçbiri ilgi çekecek bir konu bulamazdı. Eftim hakkında Türk literatürü tarandığında ana kaynağın Teoman Ergene yani Papa Eftim olduğu görülecektir.  

Yunan kaynaklarında bu söz, Türkleri aşağılamak için kullanılıyor. Örneğin bir Yunan, “Bir Türk Tümenine Bedel Olan Devşirme Papaz” başlıklı yazı yazdı.1

Papa Eftim’in bir orduya bedel olmasından ziyade olmayan bir ordunun komutanı olduğunu belirtelim. Rizos köprüyü geçemedi, İstimat köprüyü geçince yön değiştirdi. Çalıkoğlu hiçbir zaman ona inanmadı ve nihayet mübadele üzerinden Atatürk’e saldıran gölgedeki sinsilerin mübadele yalanları ellerine yüzlerine bulaştı.

İlerideki yazılarımızda, Eftim’in bu yalnızlığı nasıl bir imaj değişikliği çalışması ve ne gibi hamlelerle aştığını, Menderes döneminde dışlandığı yalanını ve 6-7 Eylül Olayları’nı da anlatacağız.

Yazımızı bitirirken Türk vatanında Türk’ü işgalci gösteren Rum mübadilleri hatırlayalım.

Papa Neofitos, “Milli Felaket” kitabında bizi işgalci olarak tanımlarken bir gün geri döneceklerini vurguladı. Çalıkoğlu’na göre de barbar işgalcilerdik.

Ve Papa Eftim’den “Köprüyü geçelim.” cevabını alan Serafim Rizos, bir arşivciydi. Giderken birçok yerin fotoğrafını çekti, birçok belge ve kültür örneğini yanında götürdü.

Unutulmasın ki Türk’ün hafızasının yanında “Mübadele yapanlara kahrettik.” diye yüz yıldır kin besleyenlerin arşivi, deryada bir damla bile değildir.

Sonuç olarak İlyas Bazna ve Papa Eftim’in hikayesi, tarihin farklı çıkarlar uğruna nasıl çarpıtılabileceğini ve kişilerin kendilerini önemli göstermek için olayları nasıl yeniden yazabileceklerini gözler önüne sermektedir. Bu çarpıtma, maalesef toplumsal hafıza üzerinde kalıcı bir etki yarattı ve tarihe dair algıyı uzun süre boyunca daha doğrusu bugüne kadar şekillendirdi.

Platon’un “Devlet” kitabındaki ünlü mağara alegorisi şudur: Gölgeler yanılsamaları, hakikat ise aydınlanmayı temsil eder.

Gölgelerin peşinden koşanlar bir gün gerçeğe yani özgürlüğe kavuşur.

O gün bugündür.

Sıradaki hakikate kadar, esen kalın!

  1. https://slpress.gr/istorimata/papa-eythym-o-genitsaros-iereas-poy-axize-oso-mia-toyrkiki-merarchia/ ↩︎