Dünya lideri olmak kolay değildir. Önce bunu kabul ettirmek gerekir. Bunu kabul ettirmek için de gerekli adımları atmalıdır. Güç kullanarak yalnızca güçlü olduğunu ispat edebilirsin. Liderliği kabul ettirmek için siyasetten bilime, sanattan spora, inançlardan felsefeye kadar her alanda etki yaratmalısın.
Burada iki durum ortaya çıkar.
Birinci durum “hakikat”e göredir: Her millet bu alanlarda kendine has bir birikime ve yeteneğe sahiptir. Milletler kendi iç dünyasında ve uluslararası etkileşimlerle çeşitli alanlarda varlıklarını zenginleştirirler. Böylece başka bir milleti siyasetin, bilimin, sanatın, sporun, inancın, felsefenin tanrısı olarak kabul etmeye gerek kalmaz.
İkinci durum da “hakikat”e göredir ama fark şudur: Bütün bu alanlarda birbirleriyle etkileşim içinde olan küresel ağlar kurarsın. Böylece silah kullanmadan milletlerin değil ama büyük kitlelerin tanrısı hâline gelirsin.
ABD ikinci yolu seçti.
Dünyaya tepeden bakan Sam Amca “İsa Mesih” olmaya soyundu. İkinci Dünya Savaşı sayesinde zoraki havarisi yaptığı Batı Avrupalı yancılarını yanına alarak dünyayı ahlâksızca hipnotize etmeye girişti.
“Parayı verdi, düdüğü çaldı.”
Nasılsa Sam Amca’nın eşeği çoktu. Bunlar Nasreddin Hoca’nın eşeklerine benzemiyordu, hepsi de kitap yüklü eşeklerdi.
Vatikan’ın İsa’sı nasıl Polonya veya Almanya gibi ülkelerde Töton şövalyelerine benzeyip Hindistan’da kara kuru Hint fakirine dönüyorsa Sam Amca da diğer milletlerin her değerine mavi kırmızı silindir şapkasını giydirdi.
SSCB sonrası rakipsiz kalan ABD, küresel liderliğini pekiştirmek için daha büyük oynamaya karar verdi: Doğu Roma İmparatoru Büyük Konstantin nasıl kendini her dinin başrahibi ilan etmişse Sam Amca da her dinin papazı, hahamı, imamı olacaktı.
Bu ünvanlar da ne ki?
Medeni Avrupa’nın, demokrasi beşiği ABD’nin göbeğinde sahte peygamberler türedi. Mesihler, mehdiler, moşiyahlar kol gezdi.
ABD, bir “Din Hürriyeti Yasası” çıkardı. Gerekçesi şuydu:
“Birleşik Devletler, evrensel insan haklarına bağlı bir dünya lideri olarak ve değişik dinsel nüfusa sahip bir ülke olduğundan bütün dinlerin haklarından sorumludur.”[1]
Oluşturdukları Din Hürriyeti Komitesi dünyayı gezdi. İstanbul’a da geldi. Bizim sevgili patriğimiz Bartholomeo ile görüştü.
Tabii ki sevgili imamlarımız da vardı: Yusuf Ziya Kavakçı, Fethullah Gülen ve daha niceleri… Hemen “Dinlerarası Diyalog” konsepti oluşturuldu.
Hemen her partiden, her kesimden aydın (!), CIA’nın “bodyguard” olduğu resmi konferanslarda bir araya gelerek “ılımlı İslam” kavramını icat ettiler. Elbette CIA sadece bodyguard değildi. Kavramın fikir babası Amerikan devletidir.
Nasıl ki beş yüz yıl önceki bir yazarın bin yıl gerisindeki herhangi bir yazarı modern zamanın edebiyatında ilah hâline getirdilerse dinde de aynen bunu yaptılar.
Yalnız, insanoğlunun ilginç bir özelliği vardır: Bir garibanın mağduriyeti iki gün sürer ve unutulur. Bir dincinin mağduriyeti ise daima geçerlidir. Ne zaman birileri “baskı” dese dinciler çıkıp “Biz iyi biliriz.” derler.
Herkes trafiğe takılabilir ama onlar kasıtlı olarak Kemalistler tarafından sıkıştırılmışlardır (!). Trafiğin geri kalanındaki problemler ise Allah tarafından onlara ceza olarak verilmiştir.
ABD’nin Din Hürriyeti Yasası en çok Kavakçı ailesine yaradı.
20 Nisan 1999’da yapılacak seçimler öncesinde Fazilet Partisi’nin başına taş düştü. Parti’nin kurucu genel başkanı olan Ahmet Tekdal’ın kızı Ayşenur Tekdal, İstanbul’dan milletvekili adayı yapılacakken Ankara’da 4. sıradan aday yapıldı. Onun yerine Merve Kavakçı aday İstanbul’dan aday yapıldı.
Ardından basın ve medyanın da başına taş düştü ve birdenbire tüm yazarlar laik (!) oldu!
Bütün gündem Kavakçı’nın TBMM’ye başörtüsüyle girip giremeyeceği oldu. Sonunda yemin töreni gerçekleşeceği sırada Meclis’te hararet arttı. Bülent Ecevit, Kavakçı’nın başörtüsüyle yemin etmesini, gösterdiği tepkinin odağına aldı.[2]
Böylece Merve Kavakçı da mağdur oldu ama gerçekten esas mesele başörtüsü müydü?
Esas mesele başörtüsü olsaydı türbanlı Ayşenur Tekdal’ın İstanbul’dan aday yapılacağı konuşulurken mesele yapılırdı.
Basın ve medya Merve Kavakçı’yı neden gündeme taşımıştı?
Cevap yine aynı ama küçük bir farkla: Kavakçı da Tekdal da türbanlı ama Kavakçı’nın çok önemli bir avantajı vardı.
Neydi o avantaj?
Tabii ki Allah’ın koruması değil, ABD vatandaşlığı.
“Türbanla yemin edemedi, ne yapsaydı kadın? Mecburen gidip ABD vatandaşı oldu.” denilerek Sam Amca’nın başrahipliğini pekiştiren dostlarımızın bilmediği şey ise şudur: Tekdal’ı seçimlerden önce Ankara’ya kaydıran güç, Kavakçı’nın ABD vatandaşı olmasıdır.
Merve Kavakçı, mağdur olduğu (!) 40 gün önce vatandaşlık yemini ederek ABD vatandaşı oldu. Vatandaşlık yeminin girişi şöyledir:
“Burada, önünüzde, şimdiye kadar tabiiyetinde bulunduğum her türlü devletin tabiiyeti ve egemenliğini reddettiğime…”
Şimdi soru şudur: Hangi iyi niyetli vatandaş, hangi mağdur, hangi vatansever bu yemini ettikten sonra vatanına bunu bildirmez?
Cevap: Bu niteliklere sahip kimse bunu yapmaz ama Kavakçı yaptı. Türk devletine, başka bir devletin tabiiyetine girdiğini bildirmedi. Bunun üzerine kanunun gereği yapıldı. 16 Mayıs 1999’da Bakanlar Kurulu’nun 99/12827 sayılı kararı Resmi Gazete’de yayımlandı: “Ekli listede kimliği yazılı Merve Safa Kavakçı’nın Türk vatandaşlığının kaybettirilmesi; İçişleri Bakanlığı’nın 12/5/1999 tarihli ve 274000 sayılı yazısı üzerine, 403 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanununun 20’inci maddesinin (a) bendine göre, Bakanlar Kurulu’nca 13/5/1999 tarihinde kararlaştırılmıştır.”
Kararda bildirilen 403 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunun 20’inci maddesinin (a) bendi ne diyor: “(Kaybettirme) İzin almaksızın kendi istekleri ile yabancı bir devlet vatandaşlığını kazananlar…”
Kanunlarına riayet etmediğin devletin vekili olmaya kalkarsan elbette vatandaşlığını kaybedersin. Gerçi bu yazdığım bugün çok geçerli değil ama o zaman gereği yapıldı.
Tabii Kavakçı ve “Din Hürriyeti Komitesi” yani Başrahip Sam Amca istediğini aldı.
Şu bilgiyi de atlamayalım: Merve Kavakçı, 1988’de Ürdünlü Ahmed Abushanab’la evlendi. 1999’da ise Bekir Lütfi Yıldırım’la evlendi. İkisinin de ortak özelliği ABD vatandaşı olmasıdır.
Merve Safa Kavakçı mağdur olmadı ama maalesef Türkiye’nin geleceği mağdur oldu. Onun sözde mağduriyetini tasarlayan ABD, Türkiye’nin laik yapısını yıkmak için bu tip olayları daima kullandı. Sözde toplumsal olaylar meydana geldi. Özellikle İran destekli radikal dinci gruplar birçok olaya imza attı.
Bu arada mağdurumuz Merve Kavakçı, yurt dışında katıldığı konferanslarda Ermeni papazlarla bir olup Türk cumhuriyetine, Mustafa Kemal’e “zalim”, “kasap” gibi hakaretlerde bulunmaktan geri kalmadı.
Aşırı özgürlükçü dindarlarımız, kitabın arasına yerleştirilen bombayla Bahriye Üçok’un katledilmesini es geçerler. Bahriye Üçok, onların gözünde kendi dini anlayışlarına aykırı görüşleri olan bir ilahiyatçıydı. Türkiye’nin ilk kadın ilahiyatçısıydı. 1988’de TRT’de yayımlanan bir programda İslam’da türbanın zorunlu olmadığı düşüncesini dile getirdi.
Sam Amca’nın kutsal (!) parmağı onu işaret etmediği için, tek amacı özgürlüklermiş gibi davranan hipnoz hâlindeki kimseler de onu unutuverdiler.
Merve Kavakçı’nın babası Yusuf Ziya Kavakçı ise ABD Başkanı yemin ederken onun sağında oturacak kadar güçlüydü.
ABD başkanlarının 2000’den sonra “Bu, Haçlı seferi.” diyerek İslam dünyasına savaş açtığını, “kötülük ekseni” diyerek Orta Doğu’ya girip Irak’ı işgal ettiğini hatırlatalım.
Ve ABD’li Misyoner Al Dobra’nın sözüyle yazıyı noktalayalım:
“Amacım bir Müslüman’ı dininden döndürmek değil. (…) Hedefim (olan attığım tohum) önce çürüyecek, sonra çatlayacak ve (fidan) büyüyecek; (o kişiler) giderek dinlerini sorgulamaya başlayacaklar.” [3]
NOT: Yusuf Ziya Kavakçı’nın aynı zamanda 2018 yılında FETÖ ve AKP arasını yapmak için Akit’e yazı yazdığını, gelen tepkiler üzerine yazıyı kaldırdığını da ayrıca hatırlatmak gerekiyor.
Gerçi bana sorarsanız yazdığı yazı için daha baştan boşuna zahmete girdi.
[1] Mustafa Yıldırım, “Sivil Örümceğin Ağında”, Ulus Dağı Yayınları, 28. Basım, ss. 365.
[2] https://www.akdenizgercek.com.tr/turkiye-asyaya-yonelince-1-al-sana-merve
[3] Yıldırım, age., ss. 365.