2024 yılı, dünyadaki değişimlerin giderek hızlandığı bir yıl olacak. Siyonist Tünelini keşfeden dünya, Babülmendep (Hüzün Kapısı) Boğazı’nda tıkandı.
Ne demiş Ahmet Hamdi Tanpınar,
“Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında.
Yekpare, geniş bir anın,
Parçalanamaz akışında.
…
Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.”
Yekpare zaman çemberinde belli bir noktaya giderek Babülmendep Boğazı’na dönmek üzere yolculuğa çıkalım.
ABD’nin eski başkanlarından Jimmy Carter, “Amerika’nın şu anda işler durumda olan bir demokrasisi yoktur.” dediğini, “Tehdit Altındaki Değerlerimiz: Amerika’nın Ahlaki Krizi” isimli kitabı da yoğun olarak neoconları tehlikeli radikaller olarak ele aldığını hatırlayalım.
Carter haklıydı. Bugün medeniyette sözde ileri gitmiş olan dünya, utanç verici kaygılar yaşıyor. Uzmanlar, 2024’te çıkacak filmlerin ve bilgisayar oyunlarının uyuşturucu, nükleer savaş, korku, kıyamet senaryolarına sahip olacağını söylüyorlar.
Rusya-Ukrayna, İsrail-Filistin arasındaki kirli savaşlar ortadadır. Oysa Carter, kendi başkanlığı döneminde İsrail-Filistin meselesinde büyük yok kat etti. Ardından imparatorluk sevdalısı neoconlar devreye girdi. Orta Doğu’da petrol krizi çıktı, İran’da İslam Devrimi oldu, rehine krizi patlak verdi. Carter üstündeki baskı arttı.
Böylece eski bir aktör olan Reagan başa geldi. Onun göreve başladığı gün de rehine krizi sona erdi.
Amerika aslında ahlaki kriz içerisinde değildi, ahlaksızların idaresindeydi. Nitekim ahlaksızların kurduğu kural temelli dünyada yükselen tek şey neoliberalizmin ahlaksız siyasetçileri, ahlaksız kitleleri, cahil toplulukları oldu.
Dünyanın her yerinde fuhşun ve cehaletin felsefesi yapıldı. Cehaleti kutsayan, meşrulaştırmaya çalışanlar dinciler arasından çıkarken fuhşun felsefesini yapma görevi de kafasının içinde saman taşıyan baldırı çıplak ünlülere düştü.
Soğuk Savaş boyunca SSCB’yle rekabet eden ABD, Brzezinski’nin kurduğu tuzak sayesinde en büyük rakibine son darbeyi Afganistan’da vurdu. Brzezinski’nin “God is on your side!” nidalarıyla kendinden geçen cihatçılar, aslında yeniden dirilmek için ölmeye susayan bir devletin şah damarını kestiler.
Sonra da daima kendi dinlerinden olanın kafalarını kesmekle meşgul oldular.
90’lı yıllara rakipsiz başlayan ABD için artık “dünya jandarmalığı” başlıyordu. Demokrasinin havarisi neoconlar, ellerindeki savaş makinesiyle nerede diktatör varsa hepsine kutsal savaş ilan ettiler.
Hem canavar yarattılar hem de canavarı öldürdüler.
“Artık orduya, istihbarata gerek kalmadı. Bunların bütçesini kısalım hatta tamamen tasfiye edelim.” diyen kongre üyelerinin ikna edilmesi için müstakbel jandarmanın düşmanlara ihtiyacı vardı.
Müthiş bir hava saldırı ve savunma gücüne sahip olan ABD, kendi beslemeleri tarafından vurulmaktan kurtulamadı. 11 Eylül 2001’de İkiz Kulelere çarpan uçaklar engellenemedi (!).
Bu, nasıl olabilirdi?
Tabii ki kutsal savaşa karşı çıkan, ABD’de orduyu istemeyen, imparatorluk karşıtı kimseler yüzünden olabilirdi.
Gariban CIA, bütçesi kısıldığından olacak, 11 Eylül’ü engelleyecek istihbaratı elde edememişti. Pentagon da aynı dramı yaşıyordu.
Böylece kendi de dahil olmak üzere tamamı petrol şirketlerinde danışman, yönetici veya ortak olarak çalışan kutsal savaşçılardan oluşan kabinesinin başına geçen George Bush, açıkça Haçlı Seferini ilan etti.
Afganistan ve Irak güme gitti.
Körfez Savaşı öncesinde başını okşadığı Saddam’ı demokrasinin en büyük düşmanı ilan eden Amerika, diğer havalarini de yanına alarak Irak’a muazzam bir demokrasi getirdi. Bu, öyle bir demokrasiydi ki önce kaç asırlık Türk yurdu Kerkük’ün ilk meclisindeki sandalyeleri adaletsiz bir biçimde dağıttılar sonra 18 yıl boyunca bu yurtta herhangi bir seçim yapılamadı.
Tam 18 yıl!
Amerika’nın kullandığı güç ne kadar sertse aldığı yanıt da o kadar sert oldu. “Etki-tepki” böyledir. Bir cisme ne kadar kuvvetli şekilde etki edersen alacağın tepki de o nispette olur. Zaman içerisinde yalnız Orta Doğu’da, Uzak Doğu’da, Doğu Avrupa’da değil; Avrupa ve onun dolaylı ya da doğrudan sömürgesi olan Afrika’da da tepki sert oldu.
Rusya, Primakov döneminden başlayarak toparlandı. Putin döneminde oligarkları kontrol altına aldı, askeri bir dev olarak Batı’nın karşısına dikildi.
Henry Kissenger gibi ABD’li diplomatların hafife aldığı Çin atağa geçerek pek çok alanda ABD’yi solladı.
Amerikan derin devletinin bir bölümü, Çin’le nihai şekilde hesaplaşmaya karar verdi. Önce ince ince yaratılan savaş iklimi ilk meyvesini verdi ve Ukrayna, Batı’nın vekili olarak Rusya’yla savaşa girdi.
Elbette savaşı ilan eden taraf resmiyette Ukrayna olmadı.
2014 yılına kadar Avrupa’yla flört eden Ukraynalı Batı yanlıları, o dönemde başkan olan Viktor Yanukoviç’i devirdiler.
İlginç olansa şuydu: Sülalesi neocon olan Victoria Nuland, bu savaşın yaratıcılarından biri olarak “AB’nin canı cehenneme!” diyor, neoconların zihniyetini ifşa ediyordu.
ABD her zamanki gibi bir taşla sayısız kuş vurmak istedi. Kuşları vurma konusunda başarılı da oldu. Sonuçları tam olarak istediği gibi olmadı.
Çin’le ilişkilerini güçlendiren Rusya, Ukrayna üstünden birçok cephede sahaya indi. İlk olarak Suriye’de sahaya inen Ruslar, Ukrayna’da Yulia Timoşenko gibi “Rusları öldürmenin zamanı geldi.” diyen Batı yanlılarının ahmakça hareketleri sonrasında Doğu Ukrayna’da sahaya indi. Öncesinde Kırım ilhak edildi.
Rusya’nın sahaya indiği yerlerden ikisine bakalım: Biri, en eski Türk yurtlarından olan Kırım’dır. Diğeri ise Türkiye’nin en uzun sınır komşularından olan Suriye’dir.
Irak’ı zayıflatarak İran’ın Irak’ın kuzeyi başta olmak üzere birçok ülkede gücünü artırmasını sağlayan Demokrasi Havarileri, Türkiye’nin sahadaki hareketlerini kısıtlamaktan başka bir şey yapmadılar. Üstelik bunu, Türkiye’yi Batı’ya daha fazla bağımlı hâle getirmek için bilerek yaptılar.
Karadeniz’de, Suriye’de, Irak’ta hareketleri kısıtlanan bir devletin Batı’nın kucağına atılacağını düşündüler.
Şimdi yekpare zaman çemberimizın akışında Türkiye’ye geldik.
1938’den sonra Türkiye’nin yaşadıkları hazindir. Mustafa Kemal, Türklüğe en büyük hediye olarak yalnız ömrünü değil, geleceğin dünyasında sımsıkı sarılacağı çok değerli bir “fikriyat” miras bıraktı. Bu, yalnız Türkler için geçerli bir miras değildi. Zaman zaman dünyanın çeşitli yerlerinde göreceğimiz gibi birçok sivil ve askeri lider onun fikirlerinden beslenerek ülkesini bağımsızlığa götürdü.
Onun fikirlerinden beslenen her insan, “insan” olmanın ne demek olduğunu idrak edip insanı köleleştirmeye çalışan hasta ruhlu küresel güçlerle mücadele etti.
Ne var ki Milli Mücadele öncesi ve sonrasını kendi ülkesinde bile yüzeysel olarak anlatan Türk eğitim sistemi, 1938’den sonra bütün millete bu fikriyatı aşılamakta aciz kaldı. Daha doğrusu aciz bırakıldı.
“Her şeyi ben bilirimciler”, onun ölümünün ardından dünyaya ürkek şekilde bakmaya başladılar. Bütün ülkenin 1923’te başlayan ilerleme hızı yavaşlatıldı. Özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında bütün ilerleme, Batılı emperyalistlerin insafına bırakıldı. Kimi dangalak politikacıların “Batı üretsin, biz kullanalım.” gibi müthiş bir dahiyane fikirlerle (!) yokluk derecesine getirdikleri milli üretim, bu politikacıların bir kısmının “komisyonculuk” yapmasıyla birlikte bitirildi.
Artık memleketin her yanında hürriyetin kahramanı Amerika’yla ilgili şarkılar söyleniyordu. ABD’nin minyatürüne döndürüldük. Onlar da bu minyatürün üstünde istedikleri gibi oynayabilecekkerini düşündüler.
Mustafa Kemal’in fırçası, onların fırçasından her zaman daha üstün geldi ama minyatür hâline getirilen memleketin üstünde çarpık manzaralar da oluştu.
Kumpas zamanlarında devleti katil ilan edip Apo puştunun rahatını tasa edinenler, antik zamanlardan kalma mezarları ortaya çıkarıp bunları bile Kemalist Türklerin üstüne yıkarlarken memleketi bugünkü karanlığa getiren esas suikastleri hiçbir zaman konuşmadılar. Bilinçli bir şekilde hem de Ergenekon’dan bile önce dalgalar hâlinde ne kadar Atatürkçü varsa hepsini ya öldürdüler ya da etkisizleştirdiler.
Yani o ihanet dalgaları, Ergenekon’la başlamamıştır!
Amerika’nın en eski dinci müttefikleri Afganistan’da mıydı?
Mustafa Kemal’in yaptıklarını yıkmak için yetiştirdikleri, devletin her tarafına sızdırdıkları en eski dinci müttefikleri Türkiye’dedir.
80 öncesinde bir kenara çekilen yetişmiş dinci kadrolar, 80 sonrasında yani darbeyle gelen ama demokrasi havarilerinin biricik öğrencisi olan Turgut Özal’la birlikte hızlıca devletin derinliklerine kadar sızdılar.
Bu sızıntıların başında FETÖ geliyordu.
Dünyanın jandarması ABD, Türkiye’ye istediği gibi şekil verebileceğini düşünüyordu. Özal üstünden ısrarla kendi projelerini dayattılar: Ulus devletten vazgeç, Kemalizm’i terk et, Türklüğü anayasandan çıkar, federasyon ol, Kürtlerle birleş.
“Birleşemezsen”, diyorlardı Çandar gibi sözde aydınlar aracılığıyla, “Küçülürsün.”
Bu sözleri daha sonra Ergenekon kumpasının soytarılarından Tuncay Güney’in ağzından duyacaktık.
Tuncay Güney gibilerin hedefinde ise ABD’nin dayatmalarına direnen Türkler vardı. Bunların başında ise ABD’nin “Türk derin devletinin merkezi” dediği TSK geliyordu.
Yıllarca içeriden baltalanmasına rağmen omurgası değişmeyen TSK, Türkiye’nin tek başına özeti gibiydi. Bu yüzden Türk’ün en önemli gurur kaynağı olan Türk ordusuna saldırdılar. Türlü yalanlarla yıpratmaya çalıştıkları ordu ise onlara güzel dersler verdi. Bunlara geleceğim.
2000’li yıllara tüm dünyada hızlı bir şekilde giren Amerika, Türkiye’de AKP’yi iktidara getirdi. İlk AKP’de bulunan isimlerin birçoğu bugün partide olmasa da partinin özü asla değişmeyecekti. Adnan Menderes gibi Athenagoras’ın elini öpenleri, Turgut Özal gibi Amerikan aşıklarını demokrasinin yıldızcığı yaparak hortlatan AKP, Türk siyasetini en üst perdede temsil eden bir konumda olmasına rağmen kumpaslar karşısında pragmatist davrandı.
FETÖ, TSK’ye saldırıyor; AKP, saldırılara karşı bir yandan seçim meydanlarında “Çetelerle mücadele bizimle başladı.” diyerek kumpasları sahipleniyor bir yandan da YAŞ öncesi kulislerde hem orduya hem de FETÖ’ye ılımlı yaklaşım sergiliyordu.
Eğer sadece tarihteki başarılarla övünen bir hamasetçi olsaydım, 2002-2013 arası dönemi Türk tarihinden çıkarsalar ses etmezdim. Ne yazık ki devletin katil ilan edildiği, teröristlerin ululandığı, öldürülenlerin kendi kendinin katili ilan edildiği, neoliberalizmin nirvanaya ulaştığı bu dönemden çıkarılacak çok dersler vardır.
2013 yılına dair birçok “orta yolcu” söylem vardı.
Bunların en başında, “AKP, FETÖ’den rahatsızdı. Devlete sızdıklarını anlamıştı. O yüzden FETÖ tarafından operasyona maruz kaldı.” iddiası gelir.
Hâlbuki bütün mesele bittiği zannedilen bir ordunun ardından Türkiye’yi bölüşmek meselesiydi. Atalarımızın dediği gibi iki kılıç bir kında olmazdı. ABD taşeronluğu yaparak memleketi içeriden kemiren FETÖ ve bunu bildiği hâlde ses çıkarmayan iktidar hesaplaşmaya başladı.
Dikkatinizi çekerim: Öldü zannedip üstünde tepindikleri devletin ta kendisine çarpan iki taraf da ilk olarak Silivri’ye ılımlı mesajler vermişler hatta elebaşı Gülen selam bile göndermiştir.
Ama asker selamı başka olur. Asker öyle selam almaz!
Derken 2014’le birlikte Türkiye’nin çehresi değişmeye başladı.
Kumpas davaları resmen olmasa da bitti. FETÖ’nün paralel yapı olduğu kabul edildi. Çözüm sürecinin sonuna gelindi. Bölücü terör örgütü şehir eylemlerini başlattı. Devletin başındaki menfaat zaafı, Hendek’te devletin sonunu getirecekti.
Ne acıdır ki devleti zaafa düşürüp beka sorunu yaratanlar, beka sorunu söylemleriyle iktidarlarını sağlamlaştırdılar.
Buna rağmen AKP’nin tek başına iktidarı kaybettiği ilk seçim de o dönemlerde yaşandı.
AKP’nin eski ortağı HDP yeni bir siyasete geçti. Türkiye’deki tüm sol liberalleri hedef kitlesi olarak belirledi. Oylarını artırıp iktidarı tek başına oturduğu koltuktan etti. Çözüm sürecinin aldığı en ölümcül darbe bu oldu.
“AKP aslında çözüm süreciyle zaman yaratarak savunma sanayisine zaman yarattı.” söylemleri doğru değildir. Eğer iktidar koltuğu sallanmasaydı, AKP pek âlâ bu süreci sonuna kadar sürdürecekti. Bugün de AKP içinde 2013 öncesi Türkiye’nin özlemiyle yanıp tutuşanlar vardır.
Kaldı ki AKP içinden kimileri “Elimizi taşın altına koyduk.” diyerek bu yalanı gözler önüne seriyor.
Devam edelim.
Şehirlere sıçrayan ve birçok şehit verdiğimiz terör olaylarının sürüyor olması, iktidar partisinin koalisyon sürecini ağırdan almasını sağladı. MHP’yle yakınlaşma, ilk defa başvurulan “Türk milleti” ifadeleri, “yerli ve milli” söyleminin temellerinin atılması AKP’yi tekrar iktidar yaptı.
Bu süreçte en ilginç olansa MHP’nin konumudur.
Kendi içinde ciddi bir kopuş süreci yaşayacak olan MHP, partinin siyaseti bakımından gerçekten ince hareket ederek bu sürece rağmen kilit noktaya geldi.
Ardından 15 Temmuz Kalkışması yaşandı.
Yıllardır Batı’yla “sessiz savaş” içinde olan Türk devleti, bu kalkışma sonrasında olabilecek en sert şekilde FETÖ’yü devletin içinden temizlemeye başladı. 2017’de referanduma giden Türkiye, başkanlık sistemine geçti.
MHP’nin kilit rolü daha da arttı.
Burada şunu not düşeyim: Amerika’nın bir numaralı fail olarak kabul edildiği kalkışmadan sonra MHP içindeki kopuş tamamlandı. Parti programında NATO’ya bağlılık sözü veren İYİ Parti kuruldu. Tabii Türkiye’nin geleceği için NATO’da kalması gerektiğini düşünmek insanların kendi özgürlüğüdür, bu ayrıdır.
Devam ediyorum.
AKP, “FETÖ referandum için ‘hayır’ oyunu destekliyor.” propagandasıyla 50+1’e geçti. Bu şekilde iyice MHP’ye bağımlı hâle gelen AKP, son birkaç yıldır iyice güç kaybedince tekrar 2013 öncesi döneme dönüşü yoklamaya başladı. MHP’yle ittifaka karşı olanlar ve bu partiye bağımlı hâle gelindiğini savunanlarsa 50+1’i gündeme getirdiler. Bu kez Erdoğan’ın bizzat kendisinden 50+1’i eleştirdiği söylemleri duyduk.
Tabii Devlet Bahçeli bu konuda net bir şekilde tavır koyunca konu şimdilik gündemden düştü gibi oldu.
Düştü gibi oldu, diyorum çünkü AKP mutlaka bundan kurtulmak isteyecektir. Zira tahminim o ki 15 Temmuz’un getirdiği baskı ortamının azaldığını gözlemleyen AKP, iktidar da tehlikeye düştüğü için ortaksız iktidar olduğu günleri geri getirmeye kalkacaktır.
Ancak FETÖ sonrası devlet içindeki gücünü pekiştirmek için Tansu Çiller, Mehmet Ağar gibi isimleri yeniden ortaya çıkaran AKP’nin eski gücüne kavuşmasına imkân kalmadı. ABD’nin sadık tetikçilerini mitinglere getirmek, devletin kendisine şantaj yapmaya kalkmak değil de nedir?
15 Temmuz sonrasında Türkiye’nin jeopolitik istikametinin tam tersine gitmek, bence tüm partiler için bir hatadır.
Bahçeli’nin Rusya-Ukrayna Savaşı ile ilgili beyanlarına bakarsak Türkiye’nin şu ana kadar bu konuda uyguladığı siyaseti görürüz. AKP ise yine işin ticaret tarafında yer almış, “Rusya’ya yaptırımlara katılmıyorum, Ukrayna’ya SİHA satmaktan da vazgeçmiyorum.” diyerek ciddiyetsiz ve güvenilmez bir tavır ortaya koymuştur.
Üstelik çok açık bir biçimde hâlâ cemaat ve tarikatlara sırtını dayamaktan vazgeçmemiştir.
Şimdi sorayım: 50+1 konusunda kimin sözü geçmiştir?
Kudretli iktidarın mı? Küçük ortak denilen ortağın mı?
Yekpare zaman çemberinin akıştaki son noktasına geldik. Bu noktadan itibaren zaman hızlanıyor. Dünya gözünü kapatırken yaşananlar, gözünü açtığında yaşanacaklardan çok farklı şeylerdir. Bununla birlikte bugün, yarının sebebi olacaktır.
ABD, Rusya’nın gücünü beklediği ölçüde zayıflatamadı. Bir yandan Türkiye diğer yandan Rusya ve Çin’in Afrika’da sahaya inmesi, Fransa gibi Avrupa güçlerinin tedirginliğini artırdı. Olaf Scholz gibi Almanya’nın kendini cezalı hissetmesine neden olan eziklerin ABD’nin peşinden gitmesi, Avrupa’nın gücünü zayıflatıyor.
“Canı cehenneme!” denilen AB’nin en güçlü ülkesi Almanya’da devlet, tarım alanındaki devlet yardımlarını kaldırıp çiftçilerin muaf olduğu vergileri yeniden getiriyor. Çiftçilerin ayaklanmasına neden olan bu olaylar, elbette her şeyin büyük bir inatla Ukrayna’daki kirli savaşa harcanmasından kaynaklıdır.
Avrupa’nın cephanesi azalıyor, silah tüccarları ellerini kavuşturmuş salyalı ağızlarıyla bekliyor. Kendini kötü hissettiğini söyleyip istifa mesajları veren Papa bile aşka gelmiş, “Bu kirli savaşlarda bir tek silah tüccarları kazanıyor.” diyor.
ABD ise Hindistan’ı yanına çekmek için uğraşıyor ama Hintlilerin dili Batı’dan yana yandığından olacak bunu başaramıyor.
Sözde dünyadan tecrit edilen Rusya’nın lideri Putin, 2024’te Hindistan’ı yanında tutacak gibi duruyor. Yetmiyor, Amerika’nın sadık çocuğu olarak görülen Riyad’ta at koşturuyor.
İlginç işler, değil mi?
İsrail, Filistin’e saldırıyor. Rusya ve Çin’in arkaladığı İran, -gizli ortaklarını da yazmıştım- savaşı fırsat bilerek Orta Doğu’daki etkinliğini artırıyor ve Direniş Ekseni üstünden yapılan çevik saldırılarla hantal ABD güçleri -en azından şimdilik- üslerinden çıkmıyor.
Bu arada 1979’daki İslam Devrimi’nden sonra İran’daki en büyük saldırı, Ayetullah Humeyni’nin türbesine karşı gerçekleştiriliyor. Saldırıyı ise IŞİD’in üstlendiği biliniyor. İsrail’e hiç saldırmayan, İsrail’in savaşında İran’a saldırıyor.
Ne Müslümanlık ama!
Ve Babülmendep Boğazı…
Dünyada ticaret yükünün çok büyük bölümü deniz yoluyla taşınır. Deniz yollarının en kestirmelerinden biri Babülmendep’in boğazından geçer. Husiler burayı sabote ettiler.
İstanbul’un fethinden sonra yeni yollar keşfederek dünyayı sömüren ve ahlaksızca ticaret yaparak olağanüstü zenginliğe kavuşan Batı, Yemen’deki Husilere karşı bu defa tüm havarileri toplayamadı.
ABD, sinsi İngiliz dostlarıyla beraber Husileri etkisizleştirmeye çalışıyor. İspanya, Kanada, Arabistan, Mısır… Ne doğudan ne de batıdan bir havari kendisine katılmıyor.
Galiba onlar da “ABD’nin canı cehenneme!” demeye başladılar.
Ve Batı, Babülmendep’ten geçemediği için ticari yükünü çok daha uzak yollardan geçirmeye başladı. Böylece hem daha fazla zaman hem de daha fazla para kaybetmeye başladı.
Babülmendep şimdilik kapandı.
2024 ise “Hüzün Kapısı açıldı.” ifadesiyle tarihe geçecek.