Yunanlıların Antik Çağ’daki en önemli savaşlarından biri Peloponez Savaşı’dır. Atina’nın hızlı yükselişi zamanın egemen gücü olan Sparta’yı kaygılandırıyordu. Atina’nın yükseldikçe artan etkinliği ve saygı görme talebi, Sparta’nın egemen konumunu yitirmeme hedefi savaşı kaçınılmaz hâle getirmiştir. Böylece iki gücün savaşması kaçınılmaz olmuştur.
Savaş tam 30 yıl sürmüştür. Getirdiği yıkım bir tarafa, bir kısım tarihçiler Antik Çağ’daki Yunan gücünün büyük ölçüde zayıfladığını düşünmüşlerdir.
Peloponez Savaşı’na hem katılan hem de bir tarihçi olarak bu savaşları anlatan Tukidides, yıllar sonra araştırmacılar tarafından dile getirilen “Tukidides Tuzağı”na da ilham olmuştur.
Tukidides Tuzağı, özetle, emin adımlarla yükselen bir gücün zirvedeki gücü tedirgin etmesi; kendi düzenini kurmak, bağımsız hareket etmek, saygı görmek isteyen yeni güce karşı zirvedeki gücün egemen konumunu korumak için saldırmasıdır.
Ve Antik Çağ’da bile Atina ve Sparta arasındaki savaşa çevredeki güçler kayıtsız kalamamış, bu güç aktarım savaşında Anadolu ve İran güçleri de savaşa dahil olmuşlardır.
Sözde “kural temelli dünya” devrinin gerçek yüzünü görmeye başladığımız bu dönemde de Tukidides Tuzağı’na kimin düşeceği belirsizdir. Ancak bu dönemdeki tuzağın boyutu belki hiç olmadığı kadar büyük ve kapsamlıdır.
Öyle görünüyor ki demokrasi maskeli tiran ABD, kadim dostu sinsi Britanya ve bıçkın (!) delikanlı İsrail ile birlikte tuzaklar kurmakla meşgul.
Kimlere karşı?
Yükselen güçlere ve yükselen güçlerin yükselme potansiyeli olan müttefiklerine karşı… Bunlar arasında henüz karar vermediği düşünülen Türkiye de var. Türkiye gibi ülkelere sürekli sopa gösterilir.
Mesela Çin’in tuzağı Tayvan’daydı. Çin, Tayvan’la birleşmeye yemin etmiş bir devlettir. Elbette belki de uzak olmayan bir zamanda buraya saldıracak veya onu kendi rızasıyla yanına alacaktır.
ABD ise dünyayı ve özellikle Güneydoğu Asya ülkelerini bir tehlikeye ikna etmek için Tayvan’ı öne sürmüş, tuzağını da burada kurmuştur.
Tayvan’a giden ABD’li üst düzey yetkililerin karşılaşacakları ablukadan, yakın takipten haberleri yok muydu? Elbette vardı.
Maksat ise çok başka ve tehlikeliydi.
Çünkü yakın zamanda ABD ordusunun subayları tarafından oynanan bir harp oyunu göstermiştir ki hava kuvvetlerinin farkıyla son anda da olsa ABD, Çin’e karşı bir zafer kazanabilmektedir.
Bu zaferin şartı nedir?
Çin’in Tayvan’a saldırması!
ABD’nin Çin karşısında kazanma şansı buydu. Henüz kendi düzenini kurma aşamasında olan, teknolojik anlamda ABD’yi geride bırakmış ya da bırakmak üzere olan Çin zamansız bir müdahaleyle Tayvan’a girerse ABD onu karaya sıkıştırarak zafer kazanabilmektedir. Çin bu tuzağa düşer mi? Göreceğiz.
Rusya’nın tuzağı neydi? Ukrayna’ydı.
Rusya için tıpkı Netanyahu’da olduğu gibi “zugzwang” durumu söz konusuydu. Yani Putin’in bir hareket etme zorunluluğu vardı ve hamlesini nereye oynarsa oynasın mutlaka bir şeyler kaybedecekti. Ancak “zugzwang” tamamen kaybetme anlamına gelmez, satranç oyunun devamlılığını sağlar.
ABD’nin Ukrayna’da kurduğu “nükleer” tuzak karşısında Rusya devleti ya her şeyi göze alıp Ukrayna’ya girecek ya da NATO kuşatmasının son safhasına geçmesini bekleyecekti. Kısacası uslu çocuk gibi oturacak, ABD’nin Çin’le hesaplaşmasında hiçbir yana hareket etmeyecekti.
Sonuç olarak Rusya’nın “Milli güvenliğim için bu tehlikeyi bertaraf ederim” demesi, ABD’nin tek kutuplu dünya düzenine karşı çok kutuplu dünyanın önemli bir adımı oldu.
Başta ABD’li uzmanların “Heartland” (kalpgâh) dediği coğrafyanın kalbinde yer alan Ukrayna harap edildi. En önemlisi ise NATO için her halükârda bir karargah oldu.
Bugün Filistin’e giden silahların ve yine Filistinli savaşçıların ellerindeki roketlerin Ukrayna’dan geldiğinin anlaşılması da bunu doğrular. Amerikalılar tıpkı Kuzey Irak’ta olduğu gibi gökten silah yağdırıyorlar, sonra “Aa, haberimiz yoktu” diyorlar.
Zaten savaşın başından beri yasa dışı grupların Ukrayna’ya giden silahları sattıkları bilinen bir şeydi. Şimdi işleri o kadar ilerlemişler ki İsrail’e saldıran Filistinlilere roket teknolojileriyle ilgili eğitim veriyorlarmış!
Yasa dışı grup filan hikâyedir.
Daha önce şu uyarıyı yapmıştım: Suriye’de yeni bir ordu gibi gösterilmeye çalışılan bölücü terör örgütü mensuplarının bir kısmı savaşmak bahanesiyle gönderildikleri Ukrayna’da savaş tecrübesi kazanıyorlar. Üstelik bu savaş özel savaştır çünkü güç dengesinin olmadığı bir savaşta zayıf görünen taraf özel savaş uygular. Yarın bu teröristlerin bir kısmının Suriye, Irak, İran ve hatta kendi sınırlarımız içinde bize vereceği olası zararı hesap eden var mıdır?
Vekalet savaşlarının ne olduğunu iyi anlamak gerekir ama bizim kamuoyumuz daima duygularının esiri olduğundan hamasetle göz boyayan beslemelere aldanmıştır.
ABD’nin, İsrail’in, İngiltere’nin durumu çok açıktır.
ABD’de Evanjelistler, İsrail’de Siyonistler köşeye sıkışmış köpek psikolojisiyle hareket ediyorlar. Tabiri caizse ellerine aldıkları benzin ve çakmakla dünyayı alevler içine atma tehdidinde bulunuyorlar. İngiltere ise her zamanki gibi sinsice hareket ediyor: Mustafa Sagir’in yeni versiyonlarından bir adamı ülkenin başına geçirip aynı şeytanca planlara hizmet ediyor.
Eğer özellikle İsrail’in bu tavırları bilinçli değilse şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki tek kutuplu dünyanın akılsız devleri ne yaptığını bilmiyor. Rusya’yı Ukrayna’yla zayıflatmaya çalışan ABD, Çin’e yönelemeden Körfez’de, Doğu Akdeniz’de, Orta Doğu’da askeri varlığını yeniden güçlendirmek zorunda kalıyor. Muhtemeldir ki yeni nesil Hitlerlerimizin bir dünya savaşı öngörüsü vardır.
Oysa attıkları her adımda Rusya ve Çin’i yeni sahalara indiriyorlar. Daha sonra yeni adımlar atarak bu devletlerin ellerini güçlendiriyorlar.
Yıkım üzerine çalışan birçok teorisyenin öne sürdüğü “Yıkım olmadan yeni düzen kurulamaz” düşüncesi birçok devlette egemen olmuş görünüyor.
Mao’nun vaktiyle ön gördüğü “insan odaklı anlayış”, yani mücadelelerin temeline insanların zihinlerini ve davranışarını kontrol etmeyi hedefleyen anlayış, “bilişsel savaş” gibi yeni savaş yöntemleri ortaya çıkarmıştır.
Vaktiyle Fransa’da o kadar çok yalan söylenmişti ki rejim değişmişti. Şimdi prodüksiyoncuların profesyonel yalanları “akış” şeklinde karşımıza çıkıyor, biz de bu akışa mütemadiyen maruz kalıyoruz.
Diğer yandan yıllardan beri Türk dünyasının meselelerinde gündeme getirdiğimizde kimsenin umursamadığı “uluslararası hukuk”, “vicdan”, “riyakârlık” vb. konularda ne kadar haklı olduğumuzu anladığımız günlerdeyiz.
Çünkü artık kural temelli dünyayı kuranlar, kural temelli dünyayı kendi elleriyle yıkıyorlar.
Ukrayna’da Rusya’yı şeytanlaştıran güç, Filistin’de İsrail’i alkışlıyorsa…
Bu kadar masum insan acımasızca katlediliyorsa…
Kutsal metinlerden alıntılar yaparak birbirine saldıran dinciler bu kadar can alıyorsa…
Medeniyetten geçinen dünya elinde çekirdekle olanları izliyorsa…
Bize de bu gafletten bu milleti uyandırmak ve Türk dünyasında meydana gelecek olaylara karşı bilinçlendirmek düşer.
Bu noktada en önemli görev ise Türk ordusuna düşüyor. Bu görev, “ölme” görevi değildir. Bu görev, “yaşama” ve “yaşatma” görevidir. Türk ordusu, yeri geldiğinde bir öğretmen olacaktır. Yeri geldiğinde hukukçu, yeri geldiğinde diplomat olacaktır. Türk ordusunda bu imkân ve kabiliyet vardır.
Türkiye’nin en modern kurumu olan Türk ordusu özellikle bilişsel savaş alanında süratle yapılanmalı ve -eğer kurulmadıysa- diğer ülkelerde olduğu gibi bu savaş üzerine eğitilmiş bir tugay kurulmalıdır.
Türkiye’nin tüm milli güvenlik kurumları çok hızlı bir şekilde partizanlardan arındırılmalı ve tek çatı altında bir araya gelmiş gibi hareket etmelidir. Herkesin kendi stratejisini uyguladığı bir ülke zaten kendi kendine parçalara ayrılır.
Sonuç olarak…
Tukidides Tuzağı’na kim düşerse düşsün, büyümüş ya da büyüyen bir devin düşeceği kesindir. Her dev yıkıldığında mutlaka yıkıcı depremler meydana gelir. Biz bu depremler öncesinde kendimizi sağlama almaya bakalım.