Bir gayrinizami harp kuvvetinin nizami orduya cepheden saldırması intihardır. Bunu normal şartlarda tecrübeli liderlere sahip olan gayrinizami birlikler yapmazlar. O zaman durumu anormal şartlara taşımak gerekir. Burada devreye casusluk faaliyetleri girer. Casuslar, hedef silahlı grup içine sızıp liderlerin sağ kulağına yanaşırlar ve onların ihtiraslarına hitap etmeye başlarlar. Zayıf iradeliler böylece ihanete sürüklenirler.
Abbas Han gibi profesyonel İngiliz casuslarının içine sızdığı Çerkes Ethem de bu hatayı yapmıştı. Kendi iradesindeki kuvvet, sağ kulağına gelen fısıltıların etkisiyle önce Ankara’ya karşı başına buyruk hareketler içine girmiş, sonra Yunan birliklerine cepheden saldırmıştı. Sonuç ise kendisi açısından felaket olurken Yunan birliklerinin moralinin artmasına neden olmuştu. Ethem, sonuçta, kulağına hangi iblis fısıldadıysa onun tarafına geçmek zorunda kalmıştı çünkü son pişmanlık fayda vermez.
Gayrinizami harp teorisi üzerine çalışanlar genellikle Mao’ya mâl ettikleri stratejinin Mustafa Kemal tarafından çok önce uygulandığını ya bilmezler ya da görmezden gelirler. Teori şudur: Bir yere kadar gayrinizami mücadele yürütebilirsin ama neticeye ulaşmak istiyorsan nizami mücadeleye geçmek zorundasın.
Bunun birçok nedeni vardır.
Bağımsız bir devlet, yerleşmiş bir düzen demektir. Gayrinizami harp de doğası gereği belli bir düzenden uzaktır. Bu tarzda savaş yöneten birliklere komuta edenler subaylar olsa bile silahlı kuvvet çoğunlukla kanun ve asker kaçağından, cezaevlerinde hapis yatanlardan, idam hükmünü bekleyenlerden oluşur.
Hiçbir devlet böyle bir kadroyla kurulamaz. Bu bakımdan İsrail’in kuruluşu, Hitler’den kaçan nitelikli Yahudi nüfusuna çok şey borçludur. Hitler’den kaçanlar, bir devlet kurmak için gerekli olan kadroları oluşturacak özelliklere sahiplerdi. İçlerinde profesörler, doktorlar, farklı dallarda çalışan bilim insanları, iş adamları vardı.
Günümüze gelelim.
Filistinlilerin İsrail’e mukavemeti, yıllardan beri gayrinizami harp şeklindedir. Üstelik önceki yazılarımda da anlattığım üzere bu harbi yürüten örgütlerin ideolojisi de zaman içinde evrime uğratılmıştır. Sentezciliğin doğal bir gereği olarak önce İslam’la karışık sosyalizm sonra tamamen İslamcılık egemen olmuş, diğer gruplar etkisizleşmiştir.
Ne kadar ilginçtir ki Siyonistlerin yaptığı zulmü anlatan karikatürlerin çizeri Naci Ali, güya bu zulme direnen örgütlerin hedefi olup öldürülmüştür.
Böylece Arafat’ın “Ona söyleyin, parmaklarını kıracağım!” tehditlerine gerek kalmamıştır.
Yine eski yazılarımda dikkat çektiğim bir nokta da Filistin vb. ülkeler için yapılan yürüyüşlerde ve yazılan şiirlerde “Ey Batı, neredesin” diye yükselen serzenişlerin psikolojik eziklik yaratmasıydı.
Burada kastettiğim ve bu yazımda da anlatmak istediğim şudur: Düşmanının kaderini elinde tutan Siyonistler, onların duygularını kullanarak daima savunma refleksi gibi görünen bir mazlumluk psikolojisi yaratıyorlar. Böylece bir taraf taş atıp kaçmaya çalışan diğer taraf da taş atana bombalar atıp kendini savunan (!) bir pozisyona geçmiş oluyor.
Hiçbir devlet, kontrolü altında olmayan unsurların kendisine saldırmasına müsaade etmez. Kontrollü grupların saldırıları operasyonları, doğrudan kontrol edilmeyen güçlerin saldırıları ise savaşları başlatır.
Bunun bir örneği Pearl Harbor’dur.
ABD’yi atom bombası kullanacağı bir sürece sokacak, nihayet dünyanın liderliğine getirecek süreç, Pearl Harbor saldırısına müsaade edilmesiyle başlamıştır. Zira bir istihbarat zaafiyeti olsaydı, ABD değil hiçbir güç bir dünya savaşına bu kadar aklıselim giremezdi!
Ansızın girilen savaştan dünyaya jandarmalık yapma iddiasıyla çıkmak…
Her şeyden önce güya kural temelli dünyayı kurmak için konulacak kuralları daha baştan çiğneyerek atom bombası kullanmak…
Kendini savunma hakkına bir tek ABD ve saz arkadaşları mı sahiptir? En kirli savaşların arifesinde uluslararası hukuk her defasında yerle bir edilir mi?
Kendi hava kuvvetlerine ne diyor İsrail Savunma Bakanlığı: “Mahkemeler kurulmayacaktır.”
Bir diğer örnek olan 11 Eylül’de gerçekleşen saldırılarla ilgili olarak zaten Amerika’da yapılmış araştırmalar, belgeseller var. Bu konuda yazılmış makalelerde, kitaplarda tüm gerçekler de açık şekilde anlatılmıştır.
O saldırılardan da haberi olan ABD, yeni savaşlar ve harekâtlar için müdahale etmemiştir. “Haberi olan ABD” ifadesi ise biraz çelişkilidir çünkü zaten kendisine saldıran örgüt yukarıda bahsettiğim kontrol altında olan örgüttür.
Tıpkı bölücü terör örgütünün Türkiye başta olmak üzere tüm kollarının durumu gibi. Eğer dikkat edilirse özellikle Suriye’deki kolu, Türkiye’yi sürekli olarak güçlü devletlerle karşı karşıya getirdiği gibi Esad’la savaşın en büyük provokasyonlarını gerçekleştirmektedir.
Bir başka örnek de bugünkü İsrail-Filistin olaylarıdır. Daima İngilizlerin ve ABD’lilerin güdümünde olan İhvancılar da Filistin’deki radikal örgütler de büyük çaplı olduğu vurgulanan bir saldırıyla İsrail’e vurmuştur. Kısa sürede anlaşıldığı üzere ABD istihbaratı saldırıların gerçekleşmesine dair raporlar yazmışsa da İsrail hazırlıksız (!) yakalanmıştır.
Ve yine Orta Doğu gibi bir coğrafyayı değiştirmekten söz eden Netanyahu, hazırlıksız olduğu saldırıların ardından bu sözleri edebilmiştir!
Orta Doğu’daki “muhtaçlık” ilişkisi ise çok ilginçtir.
İsrail, Hamas’ın Filistin’i yönetmesine ve saldırılarına muhtaçtır ki İsrail yetkililerinden biri 2007 yılında bunu açıkça ifade etmiş, bunlar da Wikileaks belgelerine yansımıştır.
Hamas, İsrail ordusunun Filistinli sivilleri öldürüp “intikam” isteyen ve dolayısıyla duygularını aklının önüne geçirmiş nesiller yaratmasına muhtaçtır. Garip bir sorudur: Filistinliler kendilerini patlatacaklarsa İsrail niye Hamas’a saldırıyor? İsrail ordusu Hamas’ı vuruyorsa Filistin’deki bu canlı bombaları kim, neden yetiştiriyor?
Devam edelim.
İran’da zayıflayan molla rejimi, İsrail düşmanlığına muhtaçtır.
Yargıyı yok etmek isteyen Netanyahu, bunu başarmak ve muhalefeti kırmak için Filistin bahanesiyle İran’a saldırmaya ve vadedilmiş topraklar hayali satmaya muhtaçtır.
Molla rejimi, Hizbullah’ı kuzeyden saldırtarak cihat hayali satmaya muhtaçtır. İsrail, asıl İsrail’e yani Kuzey Krallığına ulaşabilmek ve Yehuda’yla İsrail’i birleştirmek için Hizbullah gibi kuzeydeki tehlikelere muhtaçtır. Sonraki hedef ise Suriye’dir ve ondan sonraki hedef Türkiye’nin güneydoğusudur.
Bu arada hatırlamakta fayda var: Tarihte Kudüs’ü başkent yapan Yahudiler, Yehuda Krallığını kuranlardır. Bu bölge coğrafi açıdan kuzeye göre oldukça korunaklıdır. Bugün de Siyonistler burayı daha korunaklı hâle getirmişler ve Filistinlileri BBG evi gibi izleyecek bir sistem kurmuşlardır. Asıl tehdit algısı ise kuzeye yöneliktir. Esas hedefler buradadır.
İsrail istihbaratı BBG gibi izlediği Filistinlilerin kendisine saldıracağını hesap edememiştir. Öyle mi?
E Türkiye’deki dinciler de bu saydıklarımın hepsine muhtaçtır!
ABD’nin “Savaşı büyütmek isteyenleri caydırmak” yalanıyla gönderdiği askeri unsurlara ise ayrı bir parantez açmak gerekir. ABD, hangi Arap devletini İsrail güvenliği için tehlikeli görüyor?
Bunu Arap liderlere ve kamuoyuna sorarsanız birbirlerini Siyonistlere hizmet etmekle suçlayacaklardır. Türk kamuoyuna sorarsanız tüm Arap devletlerini suçlayacaklardır. İşte Oded Yinon’un topyekün psikolojik harbi budur.
Artık Brutus mevsimi de başladığına göre, bugüne kadar Siyonistlerin tehdit algısına takke giydirip Müslüman yapan dinciler de her şeyin aşikâr olduğu fırtınaların öncesinde birbirinin sırtına göre dövdükleri hançerleri hazırlıyorlardır.
***
Son olaylar doğrultusunda Türk dünyası açısından bazı uyarılarda bulunmak gerektiğini düşünüyorum.
Birincisi, İran’daki Türkleri kullanmak isteyeceklerdir. Türkler, yabancı tarihçilerin “Türkler bilemediğimiz zamanlardan beri İran’dadır.” dedikleri ve en eski tarihlerini saklayan İran’da mazlum durumuna düşemezler.
İkincisi, Çin’in Batılı ülkelere ulaştığı stratejik yollardan biri İran’dan geçiyordu. Batılı ülkelerin tarihte Hindistan’daki sömürgelerine ulaştığı yol da burasıydı. Bu yol Çin’in sahaya inmesiyle birlikte Uzak Doğu’dan Orta Doğu’ya da bir koridor olmaya başlamıştı. İsrail’in Filistin’e saldırısı bu koridoru sekteye uğrattı.
İran’da karışıklık çıkarmak isteyeceklerdir. İran’daki Türkler başta olmak üzere emperyalizme karşı direnen unsurların başlarını ezmek için gerekli tezgâh çoktan hazırlanmış olabilir. Bu aralar tarihte İran ve emperyalizm konularını incelemek şarttır.
Üçüncüsü, Çin’in Batılı ülkelere ulaşan bir diğer yolu Türk cumhuriyetleridir ki bu konuda da Çin’le önemli anlaşmalar yapmışlardır. Kuzeyden güneye koridor açmak isteyen Rusya için de önemi artan Türk cumhuriyetleri, şimdilik bir toparlanma ve istikrar evresindedir. Bunu da bozmak isteyeceklerdir. Kazakistan’da meydana gelen olaylar bu açıdan değerlendirilmelidir.
Eğer Türk cumhuriyetlerinde karışıklıklar baş gösterirse duruma ilk müdahale edecek olan da Rusya ve Çin’dir ki görüşüme göre bu karışıklıkları çıkarma potansiyeline sahip unsurlar da Rusya ve Çin’e karşı hareket ettiğini zannedenler olacaktır. Oysa onların bu hareketi, Türk cumhuriyetlerinde istikrarı bozacağı gibi Rusya ve Çin’in hâkimiyetini pekiştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Ne yazık ki sahadaki gerçekler, TV’lerdeki hamasi hikâyelere uzaktan yakından benzemez.