Oded Yinon Planı ve Yancıları

Avrupalı, çok önceleri Yahudileri sevmezdi. Haçlı Seferleri için Papa II. Urbanus’un çağrılarına uyan Haçlılar, Kudüs’teki Hristiyanlara kötü davrandığı söylenen Müslümanları cezalandırmak için silahlarını kuşanıp harekete geçmeye karar verdiler.

Ama bir sorunları vardı.

Bir şövalyenin, ihtiyacı olan silahların maliyetini karşılayabilmesi çok zordu. Din adına savaşanların pek çoğu için geçerli olan bir durumdur bu.

Böylece bir şövalye ya mülkünü rehin verecekti ya da mülkü yoksa mecburen borç alacaktı. Borç almak isteyenin de adresi doğal olarak Yahudiler olacaktı.

Fransa’yı yönetenler için bu kabul edilemez bir durumdu. Müslümanlara yardım eden, İsa’ya çile çektiren Yahudilerden borç almak olmazdı. Elde avuçta ise yoktu.

Sonuçta Haçlılar için kutsal savaş Fransa topraklarında başladı. Çeşitli kasabalarda küçük çaplı Yahudi katliamları gerçekleşti. Tanrının bir hediyesi olarak artık şövalyelerin biraz parası vardı. Donanımlarını da tamamlamışlardı. Artık Kudüs’e gidilebilirdi.

Avrupa’daki Yahudilerin gördüğü kötü muameleler uzun süre devam etti.

Oliver Cromwell ve onun başarılı istihbarat şefi aynı zamanda avukat olan John Thurloe ise Yahudilerin casusluk konusundaki yeteneklerini keşfetmişlerdi. Bu nedenle kötü muameleye maruz kalan, göçe zorlanan Yahudilere İngiltere’nin kapılarını açtılar.

Ne var ki Yahudilerin gördüğü kötü muamele bir süre daha devam etti. Özellikle Almanya’daki gettolarda yaşayan Yahudilerin hâli içler acısıydı. Küçücük bir alanda, küçücük evlerde yaşamak zorunda olan Yahudilerin çoğu sağlıksız, soluk benizli insanlar olarak yaşıyordu.

Tüm bunlara ve daha fazlasına rağmen aralarından cerrah, banker, akademisyen çıkarmayı başaran Yahudiler için hümanizmin yayılmasından çok dünyanın küreselleşme hızının artması ve sanayileşme bir şans oldu. Zaten hümanizmin hâkim olduğu dönemlerde de Yahudilerin durumunda iyileşme olduğu söylenemezdi.

Sömürülecek alan artıp teknolojideki gelişmeler ilerledikçe Avrupa’nın zengin baronları için maliyet de artıyordu. Artık elin altındakini sömürmek yetmiyor, baronların birbirine asker kiralaması da her zaman kârlı olmuyordu.

Cromwell’in torunları bu kez Yahudilerin casusluktan daha tehlikeli iki yönünü keşfettiler (Daha doğru bir ifadeyle keşfetmek zorunda kaldılar.): Ticaret ve teşkilatlanma.

Rothschild ailesiyle birlikte artık diğer Yahudiler de gettolardan çıkmaya başladılar. Kötü muamele yine devam ediyor ama Yahudiler de güçleniyorlardı.

Yahudiler için bir başka şans ise Martin Luther ve Calvin’den beri yükselen Evanjelist anlayıştı. Evanjelistler için başlarda pek bir önemi olmayan Yahudiler, Siyonizmin yükselişiyle birlikte iyiden iyiye Yahudilerin İsrail’e dönüşünü inançlarının merkezine yerleştirdiler.

O kadar ileri gittiler ki Siyonistlerin aldığı kararları ağır bulup itiraz eden Yahudilere bile “Sizin ne istediğiniz değil, Tanrının ne dediği önemlidir. Yahudiler, İsrail’e dönmelidir.” diyorlardı.

19. yy. sonlarından itibaren Siyonistler ve Evanjelistler bastırmaya başladı. Önce Osmanlı’nın selası okundu, ardından İsrail devleti kuruldu. “Biz ülkesi olmayan halkız, bize halkı olmayan bir ülke verin” diyen Siyonistler için bir evre tamamlanmıştı.

Dünyanın gidişatı, Avrupalı devletlerin birçoğunu para ve güç uğruna Siyonizmin destekçisi yapmıştır. Siyonizmin kucağına oturan ilk devletler de onlardır. Önce bu anlaşılmalıdır, sonra Osmanlı’daki Siyonist faaliyetler incelenmelidir.

1982’de, eski bir İsrail Dışişleri Bakanlığı görevlisi olan Oded Yinon’un planı, İsrail’in Orta Doğu’daki hedeflerini anlamak açısından önemlidir.

Yinon’un planına geçmeden önce İsrail’i yönetenler tarafından dışlanmış olan Moshe Sharett’in özel günlüğünden birkaç not paylaşmalıyım. Sharett ilk olarak şunu söylüyor:

“İsrail’in askeri-siyasi kurumları kendi varlığına yönelik bir Arap tehlikesine hiçbir zaman inanmamıştır.”

Sharett’e göre İsrail, Araplar devletlerini tehlike içine sokacak her türlü yöntemi araştırmış, bulmuş, kullanmıştır. Araplar, içinde bulundukları sıkıntılardan ötürü İsrail’le doğrudan askeri çatışma içine girmek istemiyorlardı. Buna karşın İsrail, kendi nüfuzunu güçlendirmek için bir Arap tehlikesi algısı yarattı.

Sharett devam ediyor:

“İsrail devleti, Arap devletlerini kazanacağından emin olduğu bir savaşa zorlayarak Orta Doğu’daki süper güç olma hedefini gerçekleştirmeye çalışıyordu.”

Şimdi Sharett’in, bizi Yinon planına bağlayacak değerlendirmelerine bakalım:

“İsrail devleti, Filistinli sivil halka yönelik büyük ve küçük çaplı operasyonlarıyla iki şeyi garanti altına almaktadır: Birincisi, Müslüman nüfusu itaate zorlamaktır. İkincisi ise Filistin’e yardım edemeyen Arap ülkeleri arasında karşılıklı suçlamaya dayalı kavga çıkarmak, iç karışıklığa sürüklemek.”

Sharett’in yazdıklarını sadeleştirdiğimi ifade etmeliyim. ABD’nin Irak’ı işgaliyle birlikte Filistin’deki radikal hareketlerin güçlenmesini hatırlatıp, Arap ülkelerinde ve Türkiye’de Filistin’i temele alarak sesini yükselten radikal hareketlere ve gerçekte kime hizmet ettiklerine dikkat çekip Yinon planına geçiyorum.

Yinon planı da Arap ülkelerini başta Irak ve Suriye olmak üzere parçalamaya dayanmaktadır. Oded Yinon’a göre Irak ve Suriye’de millet diye bir şey yoktur. Buralarda Arap, Türk, Süryani, Alevi, Sünni, Şii vs. birçok unsur yaşamaktadır. Yinon da diğer Siyonistler gibi bunu bir kaynayan kazan ve doğal olarak bir fırsat olarak görmektedir.

Bahsi geçen Siyonist, “1980’lerde İsrail için Milli Strateji” başlıklı raporunda şu görüşleri savunuyor:

“Bugün bizim en yüce ve en temel amacımız başta Orta Doğu olmak üzere Müslüman ülkelerin demografik, stratejik, etnik ve ekonomik yönden yeni bir dengeye oturmasını sağlayacak stratejiler üretmektir.”

Burada demografik, etnik ve ekonomik sözcüklerini yazmayıp söyleseydim yüksek sesle imalı bir şekilde söyleyeceğimi bilin. Nedenine birazdan geleceğim.

Yinon’dan birkaç alıntı daha yapayım:

“…Orta Doğu bölgesi, her biri birbirine düşman azınlıklardan ve etnik gruplardan oluşturulmuş 19 devlete bölünmüştür. Dolayısıyla her Müslüman Arap devleti içten etnik ve mezhepsel bölünme tehdidi altındadır. Sosyolojik anlamda Suriye ya da Irak milleti diye bir olgu yoktur. Bu devletlerin sınırları içinde farklı dinler ve etnik gruplar vardır.”

“Sosyolojik anlamda Suriye ya da Irak milleti diye bir olgu yoktur.” ifadesini de geri dönmek üzere vurgulayarak devam ediyorum.

“…Irak etnik ve mezhepsel olarak parçalanacaktır; kuzeyde bir Kürt devleti, ortada bir Sünni ve güneyde Şii devleti… İktidardaki güçlü askeri rejim dışında Suriye’nin, temelde Lübnan’dan hiçbir farkı yoktur. Suriye’nin, kıyısında bir Alevi devleti, Halep bölgesinde bir Sünni devletine dönmesi kaçınılmazdır.”

Yinon’a göre bu hedefleri gerçekleştirirken psikolojik harp bağlamında neler yapılabilir? Onu da İbranice yayın yapan kaynaklardan (İsrail Sosyalist Organizasyonu) özetleyeyim:

“Dünyadaki medya mensuplarına baskı.

Arap liderlerin tacizi ve gözdağı.

Sahte materyal.

Yurt dışındaki Arap şahsiyetlerin sözlerini çarpıtmak.

Şantaj.

Arap dünyasındaki önemli isimleri karalama.

Gerginlik ve korku yaratmak.

İsrail’in her türlü ve gerektiğinde zalimce müdahalelerde bulunacağını benimsetme.”

Burada da özellikle “sahte materyal” önerisine dikkatinizi çekmek istiyor ve az önce vurguladığım noktalara devam ediyorum. Öncesinde şunu belirtmeliyim ki çok net bir biçimde Oded Yinon’un planı bizi de kapsamakta veya etkilemektedir.

1- Türkiye’nin demografik yapısına yönelik tartışılmayacak bir saldırı mevcuttur. Türkiye’ye yoğun olarak Arap, Afgan, Pakistanlı geliyor. Önlem alınmazsa bunun çok yönlü sonuçları olacaktır.

Birincisi şudur: Türkiye’nin ulus devlet yapısını hedef alanlar için Türk olmayanların sayısının artması önemlidir. Bunu herkesten çok İslamcılar ister çünkü onlar, İsrail’in Suriye ve Irak için yaptığı “Millet değilsiniz.” şeklindeki propagandayı Türkiye’de uygulamaktadırlar.

Dikkat edin, özellikle FETÖ’nün en güçlü döneminde, birçok para avcısı köşe yazarı “Dağa taşa ‘Ne mutlu Türk’üm’ diyene!’ yazmakla olmuyor.” diye ahkâm kesiyordu. Bu propaganda bugün de devam etmektedir. O günlerde hep şunu yazardım: “Dağa taşa millet bilincini kazımayan Irak bugün bin parçadır!”

Ötesi yok.

Tabii İslamcıların derdi ümmet olmaktır ama bilmeliler ki İsrail’in olduğu bir coğrafyada zannettikleri gibi devletin “ümmet” tanımı yapması, İsrail’in karşısında olmak değildir. Bu, İsrail’e doğrudan destektir. Zira İsrail sanıldığı gibi sıradan bir din devleti değildir. Aksine hem dinci hem de ırkçıdır. Bu iki yönünü de kullanarak ülkeleri parçalamak için bin türlü kimlik yaratır, kanayan her türlü yaraya tuz basar.

Bir diğer nokta ise ekonomidir. Yine dikkat edin ki demografik yapıyla beraber ekonomimiz de bozuluyor ve Arapları ülkeye çağıranlar için parasızlık çok güzel bir bahane oluyor.

Geçen yazılarımda 1995 yılında yayımlanmış bir dergide yer alan Obrad Kesic imzalı, Türkiye’nin ekonomisi, etnik yapısı ve köktendinciliğe dair yorumunu paylaşmıştım.

2- Demografik istila, Türkiye için özellikle Milli Mücadele ve sonrasında önemli bir yere sahip olan Afganistan, Pakistan gibi ülkelerle Türkiye’nin arasını açacak niteliktedir. Bu, Türkiye’nin her yönden çevrelenmesi ve yalnız bırakılması stratejisiyle de çok uygundur. Komşumuz olan Suriye’nin yaşadığı iç savaşta, bir diğer komşumuz Irak’ın ABD tarafından uğradığı işgalde, Yugoslavya’nın parçalanmasında rol alan ümmetçilerin nasıl bir ümmet sevgisi olduğu ciddi şekilde sorgulanmalıdır.

Ne var ki milleti aydınlatacak her türlü metin, her türlü konuşma, Türkiye’yi hareketsiz hâle getirmeye çalışanlarca ya darbeyle ya da halkı kin veya düşmanlığa tahrikle itham edilmektedir.

Yedi düveli Türkiye’ye sıkıştıracak hoşgörüye sahip idarecilerimizin fedakârane çalışmaları sonucunda en son iki Türk gazetecinin tutuklandığını, hiçbir hastalıkları olmadığı hâlde saçlarının kazındığını hatırlatalım.

İktidarın bu türlü hareketlerini ayakta alkışlayan çakma muhaliflerin onursuz direnişine de selam olsun.

3- “Sahte materyal”, sosyal medyanın yayılmanın ötesine geçip hâkim olmaya başladığı bir dönemde çok daha önem kazanıyor çünkü bütün dünya gibi Türkiye ve Arap ülkeleri de bin türlü sahte bilgiyle karşılaşıyor. Unutmayalım ki araştırmacıların ortaya çıkardığına göre sosyal medyada yalan bilginin yayılma hızı doğru bilgiden 6 kat fazladır.

Sahte materyal denince hemen sahte fotoğraf, sahte video vs. akla gelmemelidir. Bunun yanı sıra sahte haberler, sahte ama hızlı düşünceyi harekete geçiren paylaşımlar da anlaşılmalıdır.

Yazımı noktalarken Oded Yinon planının bizi ilgilendiren asıl önemli noktalarından birine, Ünal Acar’ın “Oded Yinon’un ‘İsrail için Bir Strateji Raporu’nun Değerlendirilmesi” makalesinden alıntılarla değinmek istiyorum.

İstanbul Mebusu Hüseyin Rauf Bey, 1923 yılında TBMM’de gerçekleşen bir gizli oturumda şunları söylüyor: “İngiltere Hükümeti, bir kararı yüz için verir ve yüz sene bu kararı husule getirmek için çalışıyor. İngiltere Hükümeti Harb-i Umumide, Milli Mücadelemizde ve sulh müzakeratı esnasında muhtelif kanaatlerle bunu izhar etmiştir. Türkiye halkı ile İngiltere silahla dokuz sene uğraşmış, yenememiştir. Fakat doksan bir sene daha olduğunu kabul etmemiz lazımdır. Alem olarak İngiliz diyoruz. Fakat diğerlerini de bu siyasete bu siyasete mürevviç ve taraftar bilelim. Efendiler, İngilizlerin bu noktada bir kere içimize girdikten ve Türklüğü birbirinden ayırdıktan sonra tahminlerine göre ayrıca Türklük içinde de mezhep ihtilafı çıkarak, Şiilik Sünnilik ihtilafı çıkararak Türklüğü içinden ikiye ayıracaktır. Tehlikenin biri, çok mühimi de budur, efendiler.”

Bolu Mebusu Tunalı Hilmi Bey, Rize Mebusu Dr. Abidin Bey, Bursa Mebusu Emin Bey de aynı noktalarda uyarı yapıyor ve Musul’un önemine dikkat çekerek burası giderse Güneydoğu da gider diyorlar. Yine Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, 1927’de Dışişleri Bakanlığına uyarı yazısı yazarak İngilizlerin Musul’daki Kürtleştirme faaliyetlerine dikkat çekiyor.

Dünyaya tek bir defa bir Siyonist’in gözünden bakmayı başardığınız anda Türkiye için mevcut tehlikeleri, gerekli çareleri görmemek mümkün olmuyor.

Ve ilginçtir, dünyaya Oded Yinon’un gözünden bakınca Türk (?) basını ve medyasının aktardığı dünyanın ne kadar sahte olduğunu anlamak kaçınılmaz oluyor.

Tarihten Bir Küçük Not Daha

Araplar, daha dört halife döneminden başlayarak giriştikleri fütuhatla İslam’ı değil, Araplığı yaymışlardır. Eğer Türk gibi bir millet Müslüman olmasaydı İslamiyet de tıpkı Musevilik gibi kavme özgü kalacaktı. Bunun içindir ki nüfusuyla, nüfuzuyla, zihniyetiyle birlikte Araplığı Türkiye’de yaymaya çalışanlar aslında ümmetçilik yapmıyorlar. Türkiye’nin laik ve ulus yapısını hedef alanların bir kısmı neye hizmet ettiklerini bilirken bir kısmı ise bilmiyor. Bir kesim daha var ki onlar da devşiriliyorlar.

Bunu en önce kendine Türk-İslamcı diyenler anlamalıdır.  “Laikliği pek sevmedik ama İslamcı da olmayalım.” diye bir şey yoktur.

Galiba bu ülkedeki en büyük ve en az fark edilen sorun, bu ülkeyi sevenlerin birçok şeyi Mustafa Kemal’den daha iyi bildiklerini zannetmeleridir.

Ne demişti Sun Tzu?

“…Sonuçta, düşmanı ve kendinizi iyi biliyorsanız, yüzlerce savaşa girseniz bile sonuçtan emin olabilirsiniz. Kendinizi bilip düşmanınızı bilmiyorsanız, kazanacağınız her zafere karşın yenilgiyle de tanışabilirsiniz. Ne kendinizi ne de düşmanınızı biliyorsanız, sizin için gireceğiniz her savaşta yenilgi kaçınılmazdır.”

Düşmanı bilmeyen, düşmanlaşır.