Casusluğun tarihi çok eski tarihlere uzansa da modern anlamda istihbaratçılığın ve casusluk metotlarının gelişimi o kadar eski değildir. Bu da gayet normaldir. Tabii bunu birtakım hayalperestlere anlatmak zordur. Batı’da 16. yy.’a ve bizde ondan da sonraki tarihlere kadar gidebilen istihbaratın kurumsallaşması sürecini gözardı eden hayalperestler, “Börü Budun”, “İhtiyarlar Heyeti”, “Aksaçlılar” gibi sözde geçmişi çok eski tarihlere uzanan ve günümüze kadar devam eden istihbarat kuruluşlarından söz edebiliyorlar. Daha da kötüsü akademik nitelikli çalışmalarda bu hayal ürünü örgütlere yer verilebiliyor.
Türkiye’de istihbarat kavramına bakış son derece ezberci ve gerçek dışı algılara dayanmaktadır. İstihbaratın ve istihbaratçılığın ne olduğu konusunda insanları yanlış yönlendiren birçok dizi, film çekilmiş; çok sayıda roman ve köşe yazısı yazılmış; programlar yapılmıştır. Hâliyle meselenin özünden epeyce uzaklaşılmıştır.
Kimileri için casuslar birer şeytan kimileri içinse tanrı / yarı tanrıdır. Toplumun umutsuzluğa düştüğü yerde “Nasılsa güçlü bir derin devletimiz var, onlar iyisini bilirler” şeklinde telkinlerde bulunan insanlar çıkabiliyor. Oysa toplumun umutsuzluğa düşmesi ne kadar yanlışsa insanların ülkeye karşı sorumluluklarını çeşitli yerlere aktarmak da o kadar yanlıştır. Umut, mücadele gücünün devam etmesi için vardır, bitirilmesi için değil.
İstihbarat kısaca haber ve duyum toplama eylemine işaret eder. “Dil alma”, “münhiyan” (haber getiren) kimi kelimeler de istihbarat tarihimizde kullanılan kelimelerdendir. İstihbaratçının yaptığı işi modern anlamda karşılayan en iyi kelime “intelligence” olsa gerektir. Zira bu kelime hem istihbarat anlamına hem de akıl, zekâ anlamlarına sahiptir. Günümüz istihbaratında “casus hamileri” dönemi çoktan geçmiş olmalıydı. Neden “geçmiştir” demediğim sorusunun cevabı bu yazının konusudur. Ondan önce yukarıda yazdığım hatırlatmaları yapmak istedim. Kavramın içeriğine değinmemin sebebi ise istihbaratçının yaptığı işin haber almaktan ibaret olmadığına değinmek; analiz, değerlendirme vb. süreçleri olduğunu hatırlatmaktı.
Şimdi yazının asıl konusuna geleyim.
Birçok genç için ajanlık, çekici bir hayaldir. Yakışıklı veya güzel, iyi giyinen, kafası bozuldu mu eline silah alıp istediğini öldüren, karşı cinsin odağında, parası olan, gizemli karakterlerin başkarakter olduğu filmler bugünün; geçmişteki sözlü ve yazılı kahramanlık hikâyeleri dünün hayal dünyasında çekici imajlar yaratıyordu.
Oysa toplumun yarısından fazlasına gidip “Ajan olmak istiyorsan birkaç dil öğren, kendini her alanda geliştir, bolca oku, çokça düşün, değerlendir” vs. derseniz artık toplumun yarısından daha azına hitap etmeye başlayacaksınız. Bu da yalnız bizde değil, birçok toplumda görebileceğiniz bir sonuçtur.
İstihbaratçıların eskisinden çok daha nitelikli olmaları gereği, istihbarat kurumlarının ulusal güvenlik politikasındaki yerini göstermektedir. Öyleyse istihbarat kurumları ülke güvenliğinde önemli bir yere sahiptir. Bu kurumların yozlaşmaması, partizanlığa kapılmaması, hiziplerin hakimiyetine girmesi söz konusu olamaz. Böyle bir durumda devletin değil şahısların ya da grupların menfaatleri öne çıkar.
Herkesin bir yana gittiği, kendi başına ve kendi düşüncesine göre hareket ettiği kurumlara sahip bir devletin durumunu şu şekilde düşünebilirsiniz: Gökyüzünde süzülmekte olan bir kuşun kanatları bir anda uyumsuzluk içine düşer. Kuş kâh alçalır kâh yükselir; bir o rotaya, bir bu rotaya sapar. Gökyüzüne uçarken varmak istediği hedefi yolun sonunda ıskalar.
Osmanlı devletinin istihbarat alanında kurumsallaşmadan önceki yapısı, casus hamileri ve onların adına çalışan casuslardan ibaretti. Osmanlı ülkesinin sınırlarının çok geniş olması kurumsallaşmanın önünde bir engel gibi görülebilir. Yine de zaman içinde teknolojinin gelişmesi mesafelerin kısalmasını beraberinde getirmiştir. Britanya gibi devletler çok uzak diyarlara gidip buralardan istihbarat elde ederken diğer yandan kurumsallaşma sürecini sürdürmüştür. Osmanlı ise adem-i merkeziyet[1] anlayışı nedeniyle çeşitli sıkıntılar yaşamıştır.
Bir paşanın, casusların getirdiği bilgileri şahsi menfaatine göre gizlemesi, çarpıtması, yükselişi için kullanması, geçmişin partizanlığıydı. Gücünün doruğunda bir devlet, işte bu partizanlığın yarattığı parazitlerle içten içe kemirildi. Şüphe yok ki devletin çürütülmesinde tek neden casusluk faaliyetlerinin durumu değildi. Ancak olaya casusluk ve karşı casusluk faaliyetleri açısından bakıldığında ciddi dersler çıkarılabiliyor.
Günümüzde ise partizanlık vardır.
Yazımın başında bahsettiğim partizanlar şaşıracak ama istihbaratçılar da insandır ve toplumun içinden çıkmakta, Sirius’tan gelmemekte, hatalar yapabilmektedir. Partizanlık başta olmak üzere her türlü unsur üzerinden bölünmüş bir toplumdan çıkan istihbaratçılar arasında da partizanlar olacaktır. Günümüzde fütursuzca kullanılan “Filanca siyasetçinin adamı olan filanca istihbaratçı güvenilirdir” gibi cümlelerin ne anlama geldiğini anlayamıyoruz çünkü durumun farkında bile değiliz. Bu tarz haberleri hep birlikte görüyoruz, okuyoruz.
Siyasetçinin adamı olmaz, devletin adamı olur.
Partilerin veya parti liderlerinin istediği yönde hareket eden asker, istihbaratçı, bürokrat vs. ülkeye faydaya sağlayamaz. “Vatanını en çok seven, görevini en iyi yapandır” ilkesinden hareketle her türlü partizanlıktan uzak durup asli görevi yerine getirmek gerekir. Şahıslar ve partiler geçicidir. Aslolan vatandır.
İlerleyen günlerde bu konuya tarihten örnekler vererek değinmeye devam edeceğim.
[1] Bknz. Emrah Safa Gürkan, “On Altıncı Yüzyılda Osmanlı İstihbaratının Kurumsal Yapısı”, “Türk Askerî Kültürü”, 4. Baskı, Kronik, Mart 2021, İstanbul. Sf. 424-471.