Soğuk Savaş dönemine gidelim. Elimize bir dünya haritası alalım ve Rusya’nın en kuzeybatısından bir çizgi çekip Kafkasya’ya, oradan İran’a inelim. Sonra bir çizgi de Rusya’nın en kuzeydoğusundan -ne kadar komünist de olsa- Çin’i dışarı bırakacak şekilde güneye indirelim.
İşte bu parçalanmış dünyadan en çok etkilenen millet biz Türkleriz.
Bu çizgiler hayalî çizgiler değildir. Siyasetten ekonomiye, dilden kültüre, spordan sanata her alanda farklı ekolleri, farklı dengeleri, hayata bambaşka bakışları doğurdan çizgilerdir. Şüphe yok ki tarihin her döneminde bu çizgiler belirsiz de olsa vardı ama Soğuk Savaş’ta hayli belirgin hâle geldi.
90’lardan itibaren dünyada “tek kutuplu dünya” söylemi yayıldı. Ne kadar tek kutuplu da denilse aslında bu bir yanılgıydı çünkü “küreselleşme” anlayışına son derece zıt farklılıklar vardı. Bu farklılıkları yok sayarak dünyanın herhangi bir alanında etkinlik göstermek mümkün olmayacaktı. Tek kutuplu denilen dünya, ABD’nin en büyük rakibi yok olunca rakipsiz kalmasından ibaretti. Yıllarca kendisini taşıyanın zayıflığına bağlı olarak yok sayılan farklılıklar, günden güne daha belirgin hâle geliyor.
Bu işin “biz” boyutuna gelelim…
Türkiye Türklüğü, Soğuk Savaş’la birlikte iyice Batı bloğunda kalmıştır. Aynı dönemde Sovyetler Birliğindeki Türkler Doğu bloğunda kaldı. Bunun bize getirdiği derin ayrılıkların yok sayılması, her Türk topluluğunun kendi tarafından diğer Türk topluluklarını değerlendirmesi, bugün dahi birbirimizi anlamak bir yana suçlamalara, ithamlara varan tartışmaların sürmesine neden oluyor.
Böyle olmaz.
Türkiye’de İngilizce önemliyse Kazakistan’da, Kırgızistan’da, Özbekistan’da, Türkmenistan’da Rusça önemlidir. Hele bir de buna Rusya’da yaşayan Türkler eklendiği zaman iş başka bir boyuta taşınıyor. Böylece “Haydi, Rusçanın yerine İngilizceyi koy” demek de mantıksız oluyor.
Neden?
Çünkü Türkiye’de İngilizce bilenlerin sayısı, bağımsız veya özerk ya da doğrudan bağlı Türk yurtlarında Rusça bilenlerin sayısından daha azdır.
Soru şu: Bir Türkolog için Rusça bilmek ne ifade eder?
Cevabı biliyorsunuz.
Rusça, hâlâ belirli bir öneme sahip olmakla beraber eskisi kadar önemli değildir. Etkisini giderek yitirdiği açıktır. Son yıllarda Türk cumhuriyetlerinin resmî dil ve alfabe konusunda attığı adımlar sevindiricidir. Rus etkisinin psikolojik olarak sarsılmaz görünen imajının da sonunun geldiğinin habercisidir.
Türk dünyası için aslolan dilde birliktir. Dilde birlik ise kesinlikle romantik bir hayal değildir. Önce bunu bilmek gerekir. Şüphe yok ki her topluluk kendi lehçesinden memnundur ve onun tarihe karışması gibi bir şeyi kabul etmeyecektir.
Olaya evimizin merkezinden değil mahallenin sokaklarından bakalım.
Basın ve medyanın yapacağı her türlü yayında kullanacağı bir ortak dil oluşturmak pek âlâ mümkündür. Fonetik olarak çok başka noktalarda olan Türk lehçelerini bile birliğe dahil edebilirsiniz. Yeter ki basın ve medya kuruluşları için bu ortak dil konuşturulsun ve kuruluşların %60’ı bu dili hiç değilse belli yayınlarında giderek artacak şekilde kullansın.
“Yürek” ve “cürek / cürök” arasında fark var, diyenin yüreği başkaları için atıyordur.
Ancak ortak basın ve medya dili oluşturulduğu zaman Kırgız ve Azerbaycan Türk’ü yetkililerin görüşmelerinde Rusça veya İngilizce basın açıklaması olmayacaktır. Öteki türlü, şimdiki durumuyla Rusça kullanılmasını eleştirmek -eleştiriyi yapan kim olursa olsun- sahanın gerçeklerinden çok uzak olacaktır.
Sahadan gelen biri, mesela bir gazeteci bu konuda ağır veya baltalayıcı türden eleştiriler yapıyorsa gözünüzü açık tutun. Şunu da bilin ki Rusça tabela gördüğünde yadırgamayan biriyle İngilizce tabela gördüğünde yadırgamayan biri arasında fark yoktur.
Tıpkı emperyalistleri Türk milletine alternatif olarak sunanlar arasında fark olmadığı gibi…
Bu kez çok batıdan, Bosna-Hersek’ten örnek vererek başka bir konuya geçeyim.
Bosna-Hersek’te yapılan seçimlerde Bakir İzetbegoviç kaybetti. İzetbegoviç’i Türk hükümetinin desteklediği biliniyordu. Şimdi biz bunu “Türkiye kaybetti” olarak mı yorumlamalıyız?
Hayır, kaybeden İzetbegoviç ve Türk hükümetinin “Batı karşıtı söylemleri” oldu çünkü bölgenin uzmanları diyorlar ki: “Bu bölgede Batı karşıtı söylemlerle seçim kazanamazsın. Bu, hatadır.”
Öyleyse düşünelim…
Batı yanlısı söylemlerde mi bulunacağız? Bunun bize katacağı bir şey olmaz ama Batı veya sözgelimi ABD-Rusya odaklı bir söylem içerisine girmeden seçim çalışmaları yürütürsen belli ki hiç değilse oy oranını artıracaksın.
Refah ülkelerinin sınırında yaşayan ve onlara göre daha geride kalmış Bosna-Hersek’te Batı karşıtı söylemler iktidarın garantisi olabilir mi?
Ona buna değmeden, hamaset yapmadan saha çalışması yapmayı öğrenmemiz gerekiyor. Hamasî söylemler şahısları yüceltir, devlet menfaatini değil.
İşte bu durumun aynısı Türk dünyasında da geçerlidir.
2011-2014 yılları arasında Kırgızistan’da bulundum. Burada yaptığım gözlemler şunu gösterdi: İlk olarak, Soğuk Savaş’ın getirdiklerini gözardı ederek veya Kırgızları anlamayıp üstelik onları aşağılayarak yakınlık kuramazsın. İkinci olarak, ABD ve Batı yanlısı söylemlerle ancak küçük ve halktan kopuk bir kesimi kendine çekebilirsin. Üçüncü olarak, “Rusya’yı seviyorum” demek bir şey katmaz ama Rusya karşıtı söylemlerle hiçbir şey yapamazsın. Batı yanlıları kadar az bir kesime hitap etmezsin ama Kırgızistan’ı dosdoğru bir bakuş açısıyla ele alamazsın.
“Rusya cici” mi diyeceğiz? Asla.
“Rusya öcü mü?” diyeceğiz. Yapma.
Lenin ve Stalin’e nasıl bakıldığıyla ilgili çok ince bir çizgi vardır. Çok uca gitmemek kaydıyla Stalin’i eleştir ama “Lenin Ata” diyenlere karşı Lenin’e söversen olmaz…
Lenin’e sövmek ya da eleştirmek zorunda mısın? Değilsin. Türkistanlı Türk’ü görünce direkt Sovyetlerden girersen büyük ihtimalle ters tepki alırsın.
Bir zamanlar “Hangi ana doğurdu / Lenin gibi oğulu” diye şiir yazan şairler vardı.
Ve bugün kim olduğunu çok iyi bildiğimiz İlminsky, Türk cumhuriyetlerinin müfredatlarında nasıl anlatılıyor, bunu inceleyelim. I. Murad’ın şehit edilişi, Fatih’in İstanbul’u fethi, Balkanlardaki mücadelelerde Osmanlı’nın canavar ve Rusya’nın kahraman olarak anlatıldığı ders kitapları yıllarca okutuldu. Günümüzde nispeten daha tarafsız ifadelerle yazılan bu kitaplar da olumlu ilerlemenin bir işaretidir.
Gelelim bir diğer meseleye, Rusya’nın zayıflaması konusuna…
Bu konu, Ukrayna savaşı başladığından beridir konuşuluyor. Kimileri güçsüz Rusya’nın işimize geleceğini, kimileri güçlü Rusya’nın işimize geleceğini tartışıyor.
İki türlü de değerlendirme yapalım:
– Türkiye’nin jeopolitik hassasiyetlerinin yanında Türk dünyası açısından bakacak olursak bizim için önemli olan, Rusya’nın Türk dünyasındaki faaliyetlerimizi engellemeyen ya da engelleyemeyen bir pozisyonda olmasıdır. Rusya’nın engellemeyen bir pozisyonda olması demek, Türkiye ve Türk cumhuriyetlerinin ortak bir noktada buluşması demektir. Engelleyecek takati olmayan Rusya, Türkiye’nin jeopolitik hassasiyetleri için iyi değildir. Mevcut durumda ABD ve Avrupa’nın Türkiye’yi cezalandırmaya çalışan tavrı karşısında Türkiye’nin ve Rusya’nın çıkarlarının ortak olduğu yerler vardır.
– Bize göre daha erken Batılılaşma sürecine giren Rusya dahil olmak üzere Batı’nın emperyalist ülkelerinin zayıflaması veya çökmesiyle üçüncü dünya ülkelerinin zayıflaması birbirine karıştırılmamalıdır. Kırım savaşı sırasında hem müttefiklerimizin hem de Rusya’nın orduları ağır kayıplar verdiler. Rus ordusu imha olma noktasına geldi. İngiliz kuvvetleri hastalıktan kırılırken Osmanlı ordusu önemli zaferler elde ediyor, Kafkasya’da da durumu başa baş götürüyordu. Sonuç: Masada kaybettiğimiz gibi hem müttefikler hem de Rusya kısa zamanda toparlandı.
Dünya savaşları sırasında ve sonrasında ne oldu?
Avrupa yıkım gördü, Rusya yıkım gördü. Kazanan da kaybeden de enkaz altındaydı. Kısa sürede toparlandılar.
Bolşevik İhtilali sonrası ne oldu?
Büyük sıkıntılar içindeki Sovyet Rusya’da yayımlanan bildirge sonrası bağımsızlık hakkını kullanan Türk devletleri, birkaç yıl içinde tekrar işgal edildi.
Demek ki böyle devletlerin zayıflaması, çöküşü, yıkımı gibi durumlarla esastan zayıf devletlerin zayıflaması, çöküşü, yıkımı aynı değil. Bahsi geçen emperyalist devletler bir şekilde kendilerini ve belli durumlarda birbirlerini toparlıyorlar. Bu bir gerçektir.
Rusya’dan doğacak boşluğu doldurabilecek misin?
Doldurmaya talip bir tek sen misin?
Doldurmaya talip olanların içinde en güçlü sen misin?
Bu soruların samimi cevaplarına göre hareket etmek gerekir…
Şimdi bir konuyu daha özetleyip konuyu noktalayacağım.
Rusya, İran ve Çin’e karşı Türk dünyasında müttefikimiz olacak ülkeler asla ve asla Batılı ülkeler değildir. “Bunlar Rusya’yı sevmez, faydalanalım, dost olalım” derseniz çok önemli iki noktayı ıskalamış olursunuz.
Birinci nokta, Türkiye’de yapılan ve Batı tarafından fonlanan Türklük karşıtı politika.
İkinci nokta, Soros başta olmak üzere Batılı güçler tarafından fonlanarak Orta Asya’da yapılan Türklük karşıtı Hint-Avrupacı politika.
“Kuzey Ostyaklarıyla Kırgızlar akrabadır, Kırgızlar Hint-Avrupalıdır” diyenlere rastlarsanız bu yazıyı okuduğunuz için şaşırmamanız mümkün olabilir.
Olay özetle budur.
NOT: Birkaç yazı ve makalemde Türk dünyasının Türklük başta olmak üzere birçok kavramla ilgili yaşadığı karmaşayı ele almıştım. Bunlar da esasen giriş veya özet niteliğindedir. Bununla ilgili yapacağım daha derin çalışmaları ömrüm vefa ederse ilerleyen zamanlarda ele alacağım.
NOT 2: Tarihten ders almakla tarihle yaşamak başka şeylerdir. Zaman akıyor, dünya değişiyor. Her dönemde tek gerçek “akıl” ve “erdem” olarak kalıyor. Dünyaya bu açıdan bakmak gerek.