Kumpas davalarının mutlaka değinilmesi gereken bir yönü de bu kumpaslarda rolü olanların FETÖ’cü olma zorunluluğu olup olmadığıdır. Daha önceki yazımda değindiğim üzere Tanrıverdi, Tarhan, Atasagun, Taner hep başka insanlar gibi görünürler ama hepsi kumpas davalarında rol üstlenmişlerdir. Mahir Kaynak’ın yazılarından da alıntılar yapmıştım çünkü o da böyle bir hayalî örgütün varlığını savunuyor, o da Özkök’ün önünü açacak ifadeler kullanıyordu. TSK’nin yoğun psikolojik harbe maruz kaldığı bir dönemde kendisi “Tayyip Bey”in siyasî kariyerini düşünüyordu ki bu kabul edilemezdir. Nihayetinde Türk subaylarının türlü iftiralarla içeri alındığı bir dönemde itibar suikastına uğrayan Erdoğan değildi. Erdoğan’la ilgili konuşulması gereken şey başbakan sıfatıyla TSK’ye mi kumpaslara mı sahip çıktığıdır.
Mahir Kaynak’ın kızı Deniz Ülke Arıboğan’ın yazı ve söyleşilerinden yola çıkarsak kendisinin de babasının yolundan gittiğini söyleyebiliriz. Kumpas davalarına “ılımlı” bir yaklaşım sergileyen Arıboğan’ın Ergenekon’a çok ikna olmamış gibi davranması ama yeri geldiğinde birtakım olayların arkasında Ergenekon kokusu alabilmesi takdire şayandır.
Burada ilginç iki noktaya dikkat çekmek isterim.
Birinci nokta Mahir Kaynak, Şenkal Atasagun, Deniz Ülke Arıboğan’ın başta kumpaslara ikna olmamış veya ılımlı yaklaşmış olmalarıdır.
İkinci nokta bu isimlerin Ergenekon nedeniyle ifadeye veya tanıklığa gitmeleri ya da bir süre sonra ikna edilmeleridir. Bununla birlikte üçüncü bir nokta eklersek bu isimlerin devreye girdikleri son dönem kumpasların da son dönemidir. Yani 2012-2013 yıllarıdır.
Ergenekon gibi hayalî örgütlerin kokusu yoktur ama benim burnuma “profesyonel” kokular geliyor…
Arıboğan’ın bahsettiğim ifadelerine birkaç küçük örnek verelim.
“Arıboğan’dan Ergenekon Çağrısı
Prof. Dr. Ülke Arıboğan’dan Ergenekon operasyonu yorumu: ‘Temizlik bir kez yıkanmayla sağlanacak bir şey değildir. Düzenli yıkanmayı gerektirir!
Ergenekon soruşturması bir dönüm noktası. İddianame sonunda bir buzdağı ile karşılaşabiliriz ama bunların siyasî manivela olduğu ortaya çıkarsa da Türkiye’deki temizleme faaliyetleri ciddi sekteye uğrar! Türk yargı sisteminde önemli bir gedik açılır. O yüzden gerçek katili aramak zorundayız.” (13.07.2008 tarihli bir haberden.)
Çok ılımlı görünse de aslında ifadeler sert ve nettir. Ergenekon iddianamesi başından itibaren bir saçmalıktı. Böyle bir iddianamenin sonunda nasıl bir buzdağı ortaya çıkabilir? Biz o buzdağına “Saçmalıklar Dağı” diyebiliriz. Buzdağının altında da ihaneti ararız.
16 gün sonra bir başka haberde şöyle diyor, Deniz Hanım:
“Eylemin PKK’nın genel stratejisiyle uyumlu olmadığını, bu tür bir eylemin PKK için ‘tehlikeli’ olduğunu, El Kaide’nin de ‘soyut’ bir örgüt hâline geldiğini anlatan Arıboğan, ‘Ergenekon olayıyla bağlantılı da olabilir’ yorumunu yaptı.” (27.07.2008 tarihli bir haberden.)
Bir örgütün varlığı ile ilgili şüpheleriniz var ama sadece 16 günde bir olayın bölücü terör örgütü tarafından değil de varlığına şüphe duyduğunuz örgüt tarafından gerçekleştirildiğine emin olabiliyorsunuz. 15 Temmuz’da at izinin it izine karıştığı aşikâr iken üç günde bu işin cinler tarafından yapıldığına dair kitaplar yazıp 15 günde yayımlayanlar vardı. Bu cenah hep böyle…
Hakkını vermek gerekir ki Deniz Hanım 2011 yılına gelindiğinde şu yorumu yapıyor:
“Ergenekon soruşturması giderek daha da dallı budaklı anlaşılmaz bir noktaya doğru ilerliyor. Kasetler, şantajlar, yazılmamış kitaplar, virüsle bilgisayara eklendiği iddia edilen notlar, telefon dinlemeleri, cemaat müdahalesi ithamları havalarda uçuşuyor. Hollywood’un en güçlü senaristlerinin bile dudaklarını uçuklatacak senaryolar fırında, taze pişmiş masalara servis edilmeyi bekliyor.” (“Ergenekon’un ruh hâlleri, 9.03.2011)
Dik durmak gerekir. Bunu her zaman vurguluyorum. 2011 yılını beklemeye gerek var mıydı? Yoktu. Davanın başından beri ne olduğu veya olmadığı ortadaydı. Ne yazık ki ikna olmamışların ikna edilmeleri zor olmadı. Linç edilme korkusuyla, makam mevkiden olma korkusuyla, bir daha ekranlara çıkamama korkusuyla ve nihayet korkunun her türlüsüyle insanlar bastırıldı. Bir şeyler bilen, söz söyleme hakkını kendinde bulan, insanlara bir şeyler anlatma isteği duyanların birçoğu ne yazık ki sorumlu davranmamışlardır.
Mahir Kaynak’ta da benzer bir ikna olmuşluğu gördüğümü yazmıştım. O kadar ikna oluyor ki Ömer Lütfi Mete’yle birlikte güya Ergenekon’u anlatan kitaplar yazıyor. Kaynak, Balyoz Planı ile ilgili de şunları kaleme almıştı:
“Türkiye’nin dünyadaki yeni rolü ve yeri ile ordunun ideolojisi uyuşmuyordu. O hâlde bu ideoloji değişecek ama ordunun etkinliği azalmayacak hatta artacaktı. Bu rol içe yönelik değil dışa yönelik olacaktı. Bu ordudaki darbeci eğilimleri yok etmek ama gücünü ve prestijini korumakla mümkün olabilirdi.”
Ne kadar hayırlı bir şey (!) şu Balyoz kumpası…
Asıl meseleye gelelim.
Mahir Kaynak bu yazısında şunları da yazıyor:
“Şimdi komplo teorisi sayılabilecek bir proje sunuyorum.
Silahlı kuvvetlerdeki bazı dokümanlar ele geçirildi ve bunlar bir darbe hazırlığına uygun biçimde yeniden düzenlenerek kamuoyuna sunuldu ve darbe karşıtlığının yerleşmesi ve bu tavrın genelleşmesi sağlandı. Herkes demokrasiden yana olduğunu göstermek için kalemine sarıldı. Ancak bu meselenin birinci safhasıydı.
…Ana planın bir de ikinci safhası vardı. Ordunun prestiji korunmalıydı ve bölgede oynayacağı rol için güvenilir bir kurum hâline gelmeliydi. Kamuoyuna sunulan belgeler orijinal değildi ve elde edilen bazı bilgiler değiştirilmiş ve bir darbe planına uygun hâle sokulmuştu. Eğer bu belgelerin bir kısmının bile değiştirilmiş olduğu tespit edilirse ordu aleyhine yapılan yayınların maksatlı ve gerçek dışı olduğu kanıtlanmış olacaktı. Şimdi çok akıllı bir şekilde yürütülen projenin ikinci safhasındayız. Belgelerin değiştirilmiş olduğu ortaya çıkacak ve ne darbe kalacak ne ordu düşmanlığı.”
Rahmetli bu yazıyı sözde planın Taraf’ta yayımlanmasından sadece üç gün sonra yazmıştır. Demek ki kendisinin hayattaki tecrübesi, darbeleri on beş günde çözenlerden çok daha ileriydi ki neredeyse sektirmeden isabetli bir değerlendirme yapmıştır. Üç günde yaptığı değerlendirme dört yıl sonra gerçek olmuştur.
Mahir Kaynak’ın yazdıkları akıllıca bir proje değil adice bir şantajın izleridir. Orduyu içeri alıp emperyalist ve siyonist bir proje olan Suriye’nin işgaline razı etme çabasından ibaret olan bir kumpas anlatılmıştır. Belki Kaynak bunu devletin tasarladığını zannediyordu ama üç günde iki safhalı muazzam bir planı çözen (!) bir insan, Suriye’deki bariz planları çözmek için uğraşmazdı bile.
Nihayetinde Türk ordusu bu adî şantaja teslim olmayıp Suriye’deki terör yapılanmalarına yönelik operasyonlarını gerçekleştirmiştir. Aklı sıra orduyu hizaya çekmek isteyenler hizaya gelmişlerdir. Bu çok açıktır.
Kaynak’ın bahsettiği “rol” meselesine gelince… TSK, ABD’nin Kuzey Irak’ta, Türkiye’de, İran’da ve Suriye’de kurmak istediği sözde Kürt devletiyle ilgili olarak Amerikalıların yanında yer almamıştır. Bahsedilen rol budur ve gerisi laf kalabalığıdır. Siyasetçiler, çakma aydınlar, çakma kanaat önderleri ise Kürt açılımı üstünden adeta sıraya girerek emperyalizme hizmet etmişlerdir.
El ele tutsak etmek istedikleri Türk ordusu tarafından hak ettikleri cevabı almışlardır. Bir zamanlar TSK’ye saldırmak için sıraya girenler, Türk devletine katil ve suç örgütü yakıştırması yapanlar ise nerede olurlarsa olsunlar korkarak yaşamaktadırlar.
Fotoğraflar çok şey anlatır zira…
Bir noktaya daha dikkat çekeyim.
MİT’te eskiden beri Çerkez kökenlilerden oluşan bir grup vardır ki onlardan hayır geldiği görülmemiştir. ABD adına çalıştıklarına dair önemli itiraflarda bulunan Fuat Doğu, Çerkez’dir. Mehmet Eymür’ün eşi Janset Eymür safkan Çerkez’dir. Mahir Kaynak’ın vaka subayı Süleyman Seba -ki MİT içinde sanıldığından etkin görevdeydi- Çerkez’dir. Bu grup önce komünizm nedeniyle sonra TSK’ye yapılan saldırılar nedeniyle FETÖ ile uyum içinde çalışmıştır.
Sadece Mehmet Eymür’ün üstüne gidilse, 90’lı yılların hesabı sorulsa bu ülkedeki pek çok karanlık nokta aydınlığa kavuşacaktır.
90’lı yıllar da bölücü terör örgütü mensupları başta olmak üzere kimlere bombalı eğitim verildi? Terörizm eğitimi alanlar hangi eylemleri gerçekleştirdiler? Eymür’ün eylemlerdeki rolü neydi?
Bu soruları Eymür kendisi cevaplamadığı gibi yakın zamanda bütün toplumu manipüle etmeye kalkmış, kendisini kurtarmaya çalışmıştır.
Mehmet Eymür’ün, kumpas davaları sırasında Beşiktaş Adliyesi’ndeki birtakım hakim ve savcılarla olan ilişkisi soruşturuldu mu? Yine bu kişilerin ABD’li diplomatlarla ilişkileri araştırıldı mı?
Bir gün mutlaka ama mutlaka adalet yerini bulacak ve Türk milletini aldatmaya kalkanlar Türk yargısı önünde hesap vereceklerdir.
Ve son olarak…
Hakkında “Açılımcı diye öldürüldü” yalanı çıkarılan Eşref Bitlis, yaşasaydı “Balyoz” adında bir harekât icra edecekti.
Türk ordusunun dirayetiyle Kuzey Irak’tan ve Türkiye’den çekilmek zorunda kalan Amerikan ordusu buna müsaade etmemek için her şeyi yapmıştır.
Ve onların iş birlikçi katil taşeronları da…