Devlet için en büyük tehlikelerden biri, hakimiyetini iç veya dış kökenli devlet dışı unsurlarla paylaşmak ya da bu unsurları kendinden yukarıda tutmaktır. Bir ülkede devlet varsa vardır, yoksa herkes devlettir. Devletin olduğu yerde ona aidiyet hissetmeyen, açık veya gizli faaliyet gösteren, kendini ondan yukarıda sayan, devletin altını oymak için her türlü zararlı faaliyete giren kişi, grup veya oluşumlara “devlet içinde devlet” deriz.

Devlet içinde devlet olan yerde toplum kendisini güvende hissedemez. Bunun en iyi örneği FETÖ yapılanmasıdır. Bu yapılanma Türkiye içindeki hain emellerini gerçekleştirmek için yabancı istihbarat servisleriyle çalışmış, terör örgütlerini taşeron olarak kullanmış; kendi hakimini, savcısını, polisini, askerini, vatandaşlarını yetiştirmiş ve devlet içinde devlet olmuştur.

Güçlü bir devlette, devlet dışı yapılanmalar kurumlara ne kadar sızarsa sızsınlar “paralel yapı” olmaya mahkûmdurlar. Bu durum yalnız FETÖ için geçerli değildir. Devlet içinde devlet olmak isteyen her yapılanmanın düşeceği durum budur çünkü güçlü bir devlette, devletin özü yabancı unsurları kabul etmez. Doğal olarak onu ele geçirmeye çalışanlar “paralelci” durumuna düşerler. Hangi oluşumdan geliyorlarsa da o oluşum “paralel yapı” durumuna düşer.

Şimdi düğümü tek tek çözelim.

Türkiye Cumhuriyeti, Lozan’a karşı çıkanlarla ilk defa son 20 yıldır karşılaşmıyor. Lozan’ın imzalandığı 24 Temmuz 1923’ten beri bu anlaşmaya karşı çıkan iç ve dış odaklar vardır. Hepsinin karın ağrısı başkadır. Karşı çıkanların fikriyatına bakmak karın ağrısını anlamak için yeterlidir.

Lozan Barış Anlaşması’na taraf 27 ülke vardır. ABD’nin Lozan’ı karara bağlaması ise yaklaşık 4 yıl sürmüştür. ABD, 50’ye karşı 34 oyla Lozan’ı sonsuza dek reddetti (18 Ocak 1927).

Lozan’ın tanınması sırasında ABD’yi etkilemek için iki taraf çekişiyordu: Bir tarafta Standart Oil ve Vatikan vardı. Standart Oil ticarî menfaatleri için, Vatikan ise hem ezel ebed çekiştiği Fener Kilisesi’ne karşı hem de 20-21. yy.’ı Asya’yı Hristiyanlaştırma asrı olarak belirlediği için Lozan’ı destekledi. Diğer grupta ise Vahan Kardeşyan’ın öncülüğündeki Ermenistan Bağımsızlığı İçin Amerikan Komitesi ve Protestan Episcopal Kilisesi’ydi.

Sonuç olarak ABD, Vatikan’ı ve Standart Oil’i değil Ermenileri ve Episcopal Kilisesi’ni dinledi. Burada ilk düğüm Ermenilerdir çünkü Ermeniler Nikoğos Balyan, Krikor Odyan gibi etkin isimleri sayesinde Osmanlı’nın son döneminde “Nizamname-i Millet-i Ermeniyan” ile büyük imtiyazlar elde etmişler ve devlet içinde devlet olmuşlardı. Ermeniler artık kendi sorunlarını kendileri çözmek istiyor ama bir yandan da İstanbul’dan ayrılmıyorlardı. Anlayış şuydu: Bağımsız ol ama devlete sülük gibi yapış. İstanbul’dan kopacağına İstanbul’u yönet. Büyük şehirlerle ilgili bu anlayış bölücü terör örgütü tarafından bugün sürdürülen anlayıştır. Yiyip bitirene kadar devleti kemirmek, büyük kentleri yönetmek. İşte bölücü, azınlıkçı yapıların Türk egemenliğine karşı arsız ve egemenliği kabullenmeyen tavırları budur.

ABD, devlet içinde devlet olma tecrübesine sahip Ermenilerin sözünü dinlerken Episkopal Kilisesi aracılığıyla Fener Kilisesi’ne selam çakıyor muydu? Bunu bilemiyorum. Bildiğim bir şey var ki Fener Kilisesi Vatikan’a özeniyor. Bu da düğümün kilit noktasıdır.

Şimdi birtakım hümanizm maskeli arkadaşlarımız bu yazdıklarımızı ispatsız, faşizan bir yorum olarak göreceklerdir. Onlara kalsa İmralı’daki cani de bir sevgi pıtırcığıydı, on binlerce insan kendi kendine ölmüştü (!). Gel gelelim işin “gerçekçi” yönü vardır. Fener’in tavrını anlamak için ispata gerek yoktur.

Neden?

Çünkü Fener Kilisesi, Vatikan’la eşit hatta ondan yukarıda olduğuna dair bir kavga içerisindedir. Vatikan bağımsız bir devlet değildir, devlet içinde devlet statüsüne sahiptir. Kendi bakanları vardır, kendi diplomatları vardır. Bu noktada Fener’in ondan geri kalacağını savunun. Mümkün değil.

Vatikan 26 Ekim 1926 tarihinde İtalya’nın ulusal birliğine dahil olmuştur. Bu tarihte bildiğiniz üzere İtalya, faşist Mussolini yönetimi altındaydı. Böylece Vatikan, devlet içinde devlet statüsüne kavuşmuş olsa da aslında İtalyan devletinden şahsî görüşüme göre birçok bakımdan daha güçlüdür.

Bugün İtalyan ekonomisi dibe batarsa buna kimse şaşırmaz nitekim bu her devletin başına gelebilir ama Vatikan’ın sahip olduğu servetin haddi hesabı yoktur. İtalyan başbakanının yönettiği İtalya nüfusu bugün yaklaşık 60 milyondur. Katolik kiliselerinin vaftiz edilmiş üye sayısı 1,3 milyar civarındadır. Bu, devlet içinde devlet olmanın çok ötesindedir. Vatikan karşısında Fener papazının birtakım hırslara kapılmaması, eziklik duygusu hissetmemesi mümkün müdür?

Fener Kilisesi, devlet içinde devletmiş gibi hareket ediyor. Mustafa Kemal, hakimiyeti kayıtsız şartsız millete bırakmıştır. Türk milleti ise Türk devletidir. Fener Rum Kilisesi’nin bağlı olduğu yer ise Fatih Kaymakamlığı’dır. Papaz Bartholomeos, Türkiye’nin kanunlarının ona çizdiği sınırların dışına çıkamaz.

Ama Papaz Efendi yeri geliyor, laik anayasayı konuşan Yunan hükümetine “Neden bana danışmadınız?” diye fırça atabiliyor. Hepsinden önemlisi ise “ekümeniklik” iddiasından vazgeçmiyor. Bu iddia, Roma’yı bile karıştıran iddiadır. Bunu unutmayın.

Türkiye’yi yönetenler ve onlara muhalefet edenlerin dikkatini emekli Yunan General Nikolaos Tamouridis’in yakın zamanda yazdığı yazıya çekmek istiyorum. Türkiye’nin istediği kadar tanklar alıp istediği kadar insansız uçak yapsa da Yunanistan’ın korkusuz olduğunu iddia eden Tamouridis küstahça istekler sıralamıştı. Onlardan biri şuydu:

“Patrikhane’nin ekümenikliğini bir an önce tanımak, Heybeliada’daki ruhban okulunu yeniden açmak, Rum diasporasından hukuka aykırı olarak elde ettiği her şeyi geri vermek, Ayasofya’yı Ekümenik Patrikhane’ye vermek.”

Ankara’daki siyasîler FETÖ’nün Fener konusundaki stratejisini iyi tahlil etmelidirler. Bu Fener’in zararlı faaliyetlerini TBMM’ye taşımak, bu zararlı faaliyetler aleyhinde kamuoyu oluşturmak çok önemlidir. Bunca milletvekili neden bu konuya dikkat çekmiyor? İstanbul’a Konstantinopol denirse, Türkiye’nin kanunları çiğnenirse, Türkiye karşıtı her türlü odağın adeta karargâhı hâline gelirse bu millî güvenlik sorunu değil de nedir?

Bir tarafta Tamouridis, ruhban okulunun yeniden açılması isteğini dile getirince bizler ve medya buna “küstahlık” diyoruz ama Türkiye’deki siyasetçilerin, sözde aydınların bunu zaman zaman dile getirdiğini, okulun açılmasına destek olmak istediğini unutmayalım. Mesela 2017 yılında Agos’ta din adamı Prof. Dr. Elpidoforos Lambriniadis’le yapılan söyleşi yayımlandı. Lambriniadis’in bu konuda umutlu olmasının nedenine bakın:

“Devlet, bir şeyi yapmak için hukukî gerekçeler bulur, olmasa da yaratır. Bence bu oldu çünkü Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, başbakanlığı döneminde birçok kez dile getirdi ki Ruhban Okulu’nun açılması için hiçbir hukukî engel yok.”

Ruhban Okulu’nun açılması için hiçbir hukukî engel yok, demek ne demektir? Bu, laikliği yok saymaktır. Her topluluk dinî görevlerini yerine getirmek noktasında özgürlüğe sahiptir. En doğal haktır bu ama kimse bunların arkasına saklanarak ülkenin aleyhine çalışamaz. Fener Kilisesi’nin işgal öncesi ve sonrası faaliyetleriyle ilgili en ufak bir pişmanlığı var mıdır? Mesela sözde soykırım için Türkiye’nin özür dilemesini isteyenler, bu kilisenin faaliyetleri sonucu katledilen Türkleri dile getirecekler midir? Size söyleyeyim, bu gerçeği dile getirip onları cevap vermek zorunda bırakabilirsiniz fakat size şöyle diyeceklerdir: “Birtakım üzücü olaylar oldu, kimsenin üzülmesini istemeyiz. Hepimiz kardeşiz.”

Şimdi bu Papaz Efendi’nin avanesi “Kin Kapısı yalandır, doğru değildir” diye kara propaganda yapıyorlar. Düşman hafızasına bir örnek: Kin Kapısı’nın bulunduğu sokağın adı Benderli Ali Paşa’ydı. Sadrazam Benderli Ali Paşa, Yunan isyancılara hizmet ettiği gerekçesiyle asılmıştı. Bu kapıda o zamanın papazı Gregorius’un asıldığını unutmayanlar işte o kapıyı o gün bugündür açmıyorlar.

Kin Kapısı, Fener’in orta kapısıdır. Burada 21 Nisan 1821’de asılan Gregorius’un üstünde şu yazılıydı: “Devlet-i Aliye’nin nimetlerinden faydalandığı, her türlü imtiyaza sahip olduğu hâlde nankörlük edip Rumları devlet aleyhine isyan ettirmeye çaba gösterdi.”

Bu ifadeler çok ama çok önemlidir ve unutulmamalıdır. Neden? Çünkü demokrasi, hoşgörü hatta dinlerarası diyalog garabeti altında bunlara verilmek istenen tavizleri zararsız göstermeye çalışıyorlardı. Osmanlı’da daha büyük imtiyazlara sahip olanlara bugün de aynı hakları vermek istiyorlar. 

Yukarıda bahsi geçen söyleşi 2017’de yayımlandı. 2019’da ise FETÖ, Ayasofya ve Heybeliada konusu ABD’nin din özgürlükleriyle ilgili hazırladığı raporda birlikte ele alındı. Psikolojik harp kapsamında sürekli şunları duyar veya okuruz: “Ya şu Kemalistlerin derdi bitmedi. Sevr bir komplekstir ve tehlike yoktur. Laiklik tehlikede değildir.” Mutlaka böyle saçmalıklara denk gelmişsinizdir.

Cephenizi gevşetmek isteyenlere demir yumruk indirmeniz gerekir. Başlarına gelecek akılları yoksa en azından dağılırlar. Bu demir yumruk ise hafızadır.

Ergenekon kumpasında Türk Ortodoks Patrikhanesi hakkında Samanyolu başta olmak üzere yapılan kara propagandayı hatırlamak gerekiyor. Türk Ortodoksluğuna kahpece saldıran FETÖ, Bartholomeos’un elini tutuyordu.

Neden?

FETÖ, hayal ettiği Türkiye’yi kurabilmek için geçmişteki bütün projeleri Türkiye’de temsil eden bir ihanet oluşumuydu. Kendini Mehdi sanan bir sapığa aşılanacak en tatlı hayal, onu bütün dünyanın başrahibi yapmaktır.

MS. 325’teki meşhur toplantının başkanı da kendini bütün dinlerin başrahibi kabul eden İmparator Büyük Konstantin değil miydi?

Tekrar vurgulayayım: Papaz Bartholomeos ve Fener Kilisesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ona çizdiği yasal sınırların dışına çıkamaz. Dinlerarası diyalog üstünden biri Mehdilik, diğeri ekümeniklik hayalleri kuran iki hayalperestin de Türkiye’de herhangi bir kitleye önderlik etmesine, herhangi bir kitleyi Türk düşmanlığına sürüklemesine, Türkiye’nin aleyhine olan her projeye sakız gibi yapışmasına müsaade edilemez. Türk milletinin oyunu alan her siyasetçinin, her partinin aslî görevlerinden biri, işte bu millî güvenlik tehlikesi olan, paralel yapılarla birlikte hareket ederek devlete ihanet eden odakları engellemek, Türk milletini bu odaklara karşı örgütlemek ve kamuoyu yaratmaktır. Bugün Papaz’ın kapılarında yatan siyasetçiler ise unutmasınlar ki bir gün gelir Kin Kapısı’nın kilidini açacak anahtar oluverirler. Bunun ne anlama geldiğini öğrensinler.

Kendi kurumlarını, mesela kendi bankasını, kendi okulunu, kendi diplomasisini kurmak isteyen Papaz Efendi’nin geçmişten bugüne taşıdığı ekümeniklik sevdasıyla ilgili olarak Türkiye’nin tavrı öteden beri açıktır. Oraya buraya din adamı atayan Papaz Efendi, kendi kendine ekümeniklik oynamayı bırakmalıdır. Tanrı’ya ibadet etmek bu kadar çetrefilli olmamalıdır. Zira Tanrı’ya ulaşmak isteyenler, siyaseti bir merdiven olarak kullanan herkesin yaptığı gibi yollarınıı şaşırabilirler.

Not: Bir ara Papaz Bartholomeos’a “ekümenik” diye hitap ettiği twiti yazıp silen bir siyasetçi vardı. Kimdi o?