Ülkemizde son yıllarda bir gitme ve gelme furyası başlamıştır. Türkiye’yi bir durak olarak kullanıp Avrupa ve Amerika’ya gideceği söylenen mültecilerin çoğu ülkemizde kalmaya devam ediyor. Buna karşın okumuş kesimden de okumamış kesimden de çok kişi yurt dışına çıkıyor ya da çıkmak için uğraş veriyor. Beni bir Türk olarak endişelendiren, bir o kadar üzen gelişme ise doktorların gitmesi konusu oldu. Son günlerde Türk doktorlara “git” diyen sistemi idare edenler birçok Suriyeli mülteciyi istihdam ettiklerini açıkladılar. Yanılmıyorsam istihdam edilenlerin sayısı 4 bindi.
Tüm bunların yanında bir ülkeden gitme propogandası vardır. Kimisi gidince ballandırarak anlatıyor, kimisi gitmek üzerine sözde mizahî paylaşımlar yaparak koyun etkisi yaratmaya çalışıyor. Başarılı olanlar var. Sorgusuz sualsiz her kalabalığın arasına karışıp yalnız kalma, tek olma cesaretini gösteremeyenler ise bu koyun etkisine gönüllü giriyor. Bu, yanlıştır.
Millet, bizim en büyük ailemizdir. Ailemiz yanlış yapabilir, iyi durumda olmayabilir, yanlış yolda gidebilir. Ne pahasına olursa olsun, sonucu ne olursa olsun sevdiklerimizi uçurumun kenarına giderken kurtarma sorumluluğundan kaçamayız. Bu sorumluluktan kaçışı haklı çıkaracak hiçbir neden yoktur ve unutulmamalıdır ki başka ailelere evlatlık olarak gitmeye can atmak doğru olanı yapmak değildir. Ayrıca gitmeye can atılan refah içindeki ülkeler o seviyelere kolayca çıkmamıştır. Sorumsuzların inşa ettiği ülkede refah olmaz. Sorumsuzların ele geçirdiği ülkede refah kalmaz.
Tüm bunlardan başka, ülkeden gidenelere hain demek son derece yanlıştır. Gidene hain, kalana enayi deniyor. Bunu günlük hayatta da sosyal medyada da gözlemlemek mümkündür. Bu tutum yanlıştır. Türk, sosyolojik yapısı gereği iki anlayışa sahiptir: Bir kısım Türkler, oldukları yeri çok sıkı şekilde elinde tutmaya azmeder. Bir kısım Türkler de yerinde durmaz, yeni fırsatlar ve yolculuklar aramak üzere daima yolcudur. Bu yazdığım, Türklerin tarihî yapısına uygundur. Bir kısım Türkler yerleşiktir; bir kısım Türkler yurt tutmak için olsun, fırsatlar için olsun, daima yeni yurtlar ararlar.
Mesela bakalım…
Babür, büyük ve yetenekli bir hükümdardı. Türkistan’da kaybettiği tahtını Hindistan’da geri aldı. Tarihin gördüğü en ilgi çekici, en göz alıcı imparatorluklardan birini kurdu. Zannetmiyorum ki gittiği zaman “Türkistan bir han kaybetti, Hindistan bir imparator kazandı” desin. Diğer yandan, gerçek buydu. Türkistan çok ilerlemiş, özellikle Timur’un bıraktığı miras biraz daha büyümüştü. Ne var ki yozlaşma da bir süre sonra beraberinde gelmiş, Nakşıbendîler başta olmak üzere çeşitli oluşumlar etkilerini artırmıştı. Babür gibi yetenekli bir adam kaybedilirken Türkistan da yad ellere, Rus ve Çin ellerine doğru gidiyordu.
Devam edelim. Daha eskiye gidelim. 11. yy. Türk – Rus ilişkileri açısından ilginçtir. Türklerin kendi aralarındaki mücadelelerden Moskova’daki knezlere sığınanlar oluyordu. Bunlara “Tork” deniyordu. Uzun süre Moskova’nın savunmasında rol oynayan atlı Türkler, çevredeki Türk hanlarının ve Türk ahalinin yaptığı gibi, Ruslarla kız alıp verdiler. Çarlık, Sovyet ve Federasyon döneminde de Türk mirası üzerine inşa edilmiş bir Rus devleti vardır. Ne acıdır ki hem Türkiye Türklerine hem Türkistan Türklerine acılar, sıkıntılar yaşatan devletin temelinde yine muazzam bir Türk etkisi vardır.
Yalnız Rusya değil, Doğu ve Batı Roma’da da, Çin’de de, Orta Doğu’da da, Afrika’nın çeşitli bölgelerinde de rol oynamış Türkler vardır. Her iki Roma’nın da ordularının başkomutanı, önemli devlet adamı İoannis Aksukhos, henüz 9 yaşındayken Aleksios Komnenos’a hediye edilmişti. Yalnız devlet adamlığı veya askerliğiyle değil aynı zamanda sadakati ve halka yaptığı hayırlarla da sevilen bir adam olan – bir o kadar da birtakım Romalılar tarafından ezelî düşman bir ırkın mensubu olduğu hatırlatılan – Aksuk’un (Aksu?) soyundan gelenler, Trabzon Krallığı zamanında Komnenos ailesiyle birleşmişlerdi. Trabzon’un üçüncü kralı İoannes Komnenos Aksukhos yarı Türk’tü. Bugünden bakarsak “Kahpe Bizans” der geçeriz ama zannederiz ki durduğumuz yerde durmuşuz, yalnız almışız ama hiç veren tarafta olmamışız.
Baybars’ın hikâyesini hepimiz biliriz. Arabistan’daki Resulîler, Oğuz hanedanı idiler. Ihşıdîler, Tolunoğulları ve daha niceleri… Hindistan’da Kutbeddin Aybeg, Raziye Begüm Sultan; Çin’de Çu ve Vey aileleri… Rusya’da Tarkovskyler, Ormonovlar, Çaateviçler… Hele Roma’da yeni sınıflar yaratan ve hatta 5. yy. boyunca yönetime varıncaya kadar önemli işler gören Türkler… Bugünden bakarsak Sergey Şoygu; Almanya’da Uğur Şahin, Özlem Türeci; dünyaca ünlü bilim insanlarımız Mete Atatüre, Canan Dağdeviren, Umut Yıldız, Neva Çiftçioğlu…
Evet, dünya Türk değildir ama her yerde Türk mutlaka vardır, mutlaka bir yerlerde etkisi olmuş bir Türk bulursunuz. Her ne kadar Mustafa Kemal Atatürk sonrası resmî tarih kitaplarında antik devirde yaşayan atalarımız sansürün de ötesinde doğrudan tasfiye edildiyse de (Gökten mi geldi bu millet?) tarihî gerçekler insanların hafızasında silinebilir ama yine Paşa’nın dediği gibi “tabiatta hiçbir şey kaybolmaz”.
Konumuzu bitirelim.
Gidene hain, kalana enayi demeyin. Vatanınıza sahip çıkın ve gittiğiniz yerlerde yolunuz açık olsun; nerede olursanız olun, Türk olduğunuzu unutmadığınız sürece.
Şunu da unutmayın ki milyonlarca yabancı ithal edip sizi bu ülkeden göndermeye bakıyorlar. Doktorlara git deyip Suriyelileri hastanelere doldurmanın başka izahı olamaz ki tıp bunun sadece bir koludur.
Not: Yazının içinde söz ettiğimiz Komnenos ailesi ve Türklerle ilişkileri iyi ve farklı açılardan derinlemesine incelenmelidir. Bu noktada özellikle tarihçilerimize büyük iş düşmektedir. Burada söz ettiğimiz Aleksios Aksukhos’tan da önce yaşamış olan Tatıkıos, Doğu Roma’da yüksek rütbelere gelmiş ilk Türk’tür ve 1. Aleksis Komnenos’un en güvendiği adamıdır. Aleksis’in oğlu İoannes’in en güvendiği adamıysa yine bir Türk olan Aksukhos’tu. Tahminimce Komnenosların Türklerle bu denli yakın ilişkisi tesadüf değildi.
II. İoannis Komnenos